ISSN: 1301 - 3971
Yıl: 18      Sayı: 1932
Şu an 8 müzisyen gazete okuyor
Müzik ON OFF

Günün Mesajları


♪ Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anarken, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını en coşkun ifadelerle kutluyoruz.
Mavi Nota - 28.10.2023


♪ Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri Müzik Bölümlerinin Eğitim Programları Sorunları
Gülşah Sargın Kaptaş - 28.10.2023


♪ GEÇMİŞ OLSUN TÜRKİYE!
Mavi Nota - 07.02.2023


♪ 30 yıl sonra karşılaşmak çok güzel Kurtuluş, teveccüh etmişsin çok teşekkür ederim. Nerelerdesin? Bilgi verirsen sevinirim, selamlar, sevgiler.
M.Semih Baylan - 08.01.2023


♪ Değerli Müfit hocama en içten sevgi saygılarımı iletin lütfen .Üniversite yıllarımda özel radyo yayıncılığı yaptım.1994 yılında derginin bu daldaki ödülüne layık görülmüştüm evde yıllar sonra plaketi buldum hadi bir internetten arayayım dediğimde ikinci büyük şoku yaşadım 1994 de verdiği ödülü değerli hocam arşivinde fotoğraf larımız ile yayınlamaya devam ediyor.ne büyük bir emek emeği geçen herkese en derin saygılarımı sunarım.Ne olur hocamın ellerinden benim için öpün.
Kurtuluş Çelebi - 07.01.2023


♪ 18. yılımız kutlu olsun
Mavi Nota - 23.11.2022


♪ Biliyorum Cüneyt bey, yazımda da böyle bir şey demedim zaten.
editör - 20.11.2022


♪ sayın müfit bey bilgilerinizi kontrol edi 6440 sayılı cso kurulrş kanununda 4 b diye bir tanım yoktur
CÜNEYT BALKIZ - 14.11.2022


♪ Sayın Cüneyt Balkız, yazımda öncelikle bütün 4B’li sanatçıların kadroya alınmaları hususunu önemle belirtirken, bundan sonra orkestraları 6940 sayılı CSO kanunu kapsamında, DOB ve DT’de kendi kuruluş yasasına, diğer toplulukların da kendi yönetmeliklerine göre alımların gerçekleştirilmesi konusuna da önemle dikkat çektim!
editör - 13.11.2022


♪ 4bliler kadro bekliyor başlıklı yazınızda sanki 4 bliler devre dışı bırakılmış gibi izlenim doğuyor obür kamu kurulrşlarında olduğu gibi kayıtsız şartsız kadroya geçecekler yıllardır sanat kurumlarımızı sırtlayan bu sanatçılarımıza sınav istemek yapılacak en büyük kötülüktür bilginize
CÜNEYT BALKIZ - 12.11.2022


Tüm Mesajlar

Anket


DOB, DT ve GSGM'de 4B kadrosunda çalışanların 4A kadrosuna alınmaları için;

Sonuçları Gör

Geçmişteki Anketler

Tavsiye Et




Tavsiye etmek için sisteme girmeniz gerekmektedir.

Destekleyenlerimiz






 

Yazılar


Mevlit Kantat ve Hz. Muhammed'i Tampere Sistemin İndirgenmiş Ses Dünyasına Sığdırmak - 1 Sayı: 1366 - 23.01.2012


Batı müziğini muharref İncil'den ve muharref İncil'e bağlı olarak "üretilen" kilise doktrininden ayrı düşünmek neredeyse mümkün değildir. Kilise'nin önce biraz daha popüler bir yaklaşım sergileyerek halk şarkılarına ilâhî sözleri yazan ve halkın daha kolay algılaması için bir yöntem deneyen Aziz Ambrosius ile başlayan "müziğe yeniden ve kilise öğretisine uygun" şekil verme girişimi; daha sonra bu yöntemi yerle bir ederek daha katı bir yönteme başvuran, Aziz Ambrosius dönemine ait bütün ilâhîleri yasaklayıp, yeniden ilâhiler besteleten ve bunları yaygınlaştıran Aziz Gregorius döneminde de devam eder. Aziz Gregorius'un, Ambrosius'a göre daha katı olduğu âşükâdır. Çünkü org dışında bütün enstrumanları içinde şeytan var diye yasaklatan, kadın sesini de yine aynı gerekçe ile (yani içinde şeytan olduğu gerekçesi ile) yasaklatan kişi, Aziz Gregorius'tur. Daha sonraları, kadın sesi ihtiyacını erkek çocukları hadım ederek (yani onların "tabiiliklerine", kilise adına müdahale ederek) kastrata geleneğini başlatan da Aziz Gregorius'tur. Yani muharref İncil'i referans alarak oluşturulan yeni kilise öğretisine göre din adamı Tanrı'yı temsil etmektedir ve Tanrı adına karar verebilmekte, onun adına günahları affedebilmekte yine onun adına kilise öğretisine aykırı gelen tabiiliklere de müdahale etme hakkını kendinde bulmaktadır. Bu hakkı kendinde bulmaktan öte, yetki onundur ve Tanrı adına istediği gibi davranabilmektedir. Onun bu davranışları da sorgulanamaz, eleştirilemez... sadece kabul edilir.

Muharref
İncil'e bağlı olarak üretilen yeni müzik de, erkek çocuğun erkek olma, erkek gibi yaşama hak ve hürriyetine müdahale edilmesi, yani tabiiliğine müdahale edilmesi gibi, sesin tabiiliğine müdahale sonucu ortaya çıkmış; mikro tonları (bugün Türk müziğinde koma sesler olarak adlandırılan sesleri) insan kulağı duyamaz, insan gırtlağı da çıkaramaz gibi gerekçelerle kullanmamıştır. Hıristiyan batı müziğinde, indirgenmiş ve tabiiliğine müdahale edilmiş seslerle ortaya çıkan ve adına "çoksesli müzik" denilen müziğin gelişme süreci elbette oldukça uzundur, bazen oldukça hazîndir ve bu konuda yazılacak, söylenilecek çok şey vardır. Kilisenin " diabolus in musica (müzikteki şeytan)" ya da "şeytan aralığı" adını verdiği doğal majör (do majör) dizisi üzerindeki fa-si aralığının kullanılmasını "içinde şeytan var" diyerek yasaklamasından tutun da, seküler mi dindar mı olduğu konusunda insanı bazen şaşırtan Flaman müzisyen Guillaume Dufay'nin motet formuna çeki düzen vererek –belki de- hayatta kalmasını ve Bach'a kadar ulaşmasını sağlaması, Bach'ın kilise öğretisine uygun olarak armoni sistemini yeniden biçimlendirmesi, Hıristiyan batı müziği tarihinin sadece "kayda geçmiş" bazı ayrıntılarıdır. Hele hele müzikte katı kuralcılığın yerleşmesi, Mozart gibi gerçekten dâhî bir müzisyenin "güzellik uğruna bozulmayacak kural yoktur" deme cesaretini göstermesi ve dışlanması hatta öldüğünde cenazesine hiç kimsenin gelmeyeceği kadar yalnızlığa terkedilmesi, daha sonraları Arnold Schönberg gibi birinin kendisini "akıntıya kürek çeken adam" olarak vasıflandırarak kuralcılığa direnmesi ve tonal müziğe karşı adeta "atonal" direnişi göstermesi; yirminci yüzyılın başlarında Rusya'da Moskova Ekol'üne karşı Leningrad Ekolü'nün, "batı müziğinin tampere sistemi, iç dünyamızdaki duyguları ifade etmekte yetersiz kalıyor, daha küçük seslere, yani mikro tonlara ihtiyacımız var" diyerek direnmesi, fakat muhafazakâr ve mutaassıp müzikçiler tarafından "Siz doğululaşıyor musunuz ? Yoksa siz Osmanlı seslerine ve müziğine mi merak saldınız ? Yani sizin için şimdi piyanolarımıza ve orglarımıza mikro sesler mi ilave edeceğiz ?" denilerek seslerinin bastırılmasına varana kadar batı müziğinin demokrasi, özgürlük, çağdaşlık kavramlarıyla izah edilemeyecek bir tarihi vardır. Ayrıca hangi özgürlükten söz edebiliriz ki ? Yakın dönemlere kadar Hıristiyan Avrupa'da müzisyen ya kilisenin ya da aristokrasinin hizmetindeydi. Koskoca Bach, ömrünün sonuna kadar kiliselerde organistlik yapmadı mı ? "Baba Haydn" olarak bilinen, klasik dönemin mimarı, Mozart ve Beethoven'in en büyük esin kaynağı Haydn bile, yıllarca hizmet verdiği Esterhazy sarayından ayrıldıktan sonra, "işte şimdi müzisyen olduğumu fark ettim" demedi mi ? Kilise-aristokrasi/saray ve müzisyen arasındaki ilişkiye dir sayılamayacak kadar örnek vardır (belki tek başına Notre Dame Dönemi bile bu konuda yeterli bir örnektir), ancak bunun için kısa bir köşe yazısı yetmez, birkaç ciltlik ama doğru bir bakış açısıyla yazılmış bir müzik tarihi serisine ihtiyaç vardır.

Batı, 19. yüzyılda kendisini do
ğu karşısında yüceltmek için doğuya (büyük ölçüde Osmanlı-İslâm toplumlarına) karşı konumlandırmasını da kendisi yapmıştır. Batı, çağdaşlıktır... doğu geriliktir. Batı düzendir, doğu düzensizliktir... batı gelişmişliktir, doğu pislik yuvasıdır... batı müziği çokseslidir (çağdaşğı, demokrasiyi ve özgürlüğü simgeler), doğu müziği tekseslidir, gericiliği, tek tanrı inancını simgeler... gibi kıyaslamalar üzerine oturan bir konumlandırmadır bu. İşte bize bugün "çokseslilik" olarak sunulan batı müziği, bu fikrin sonucudur. Halbuki tabiatta tekseslilik yoktur, piyanonun tuşlarına tek tek bastığınızda bile her ses kendi alt ve üst doğuşkanları ile tınılar; doğu müzikleri ve Osmanlı/İslâm müziği tek sesli değil, tek partisyonludur ve tek sesli olmak ile tek partisyonlu olmak birbirinden farklı şeylerdir. Tek ses diye duyduğumuz bir ses, muazzam bir ses zenginliğini içermektedir. (Tasavvufî ifadeyle "kesrette vahdet / çoklukta birlik" gibi). Aslında bize bu "çokseslilik" diye takdim edilen, "çokseslilik demokrasidir, çağdaşlıktır" denilerek adeta soslanıp yedirilen müzik ve ifadeler, aslında müthiş bir yürek ve duygu fakirliğini gizlemektedir. Meselâ kulağımıza İstanbul'da çok hoş gelebilen Bach'ın Tocatta'sı, Kuzey Almanya'nın kiliselerinde, o kiliselerin soğuk duvarlarında yankılanarak insanın tüylerini diken diken eden, ürpertici, korkutucu bir melodi haline gelebilir. Benim bu konuda yazacak, anlatacak çok şeyim var. Ancak yerim dar !

Bach'ın kilise ilâhilerinde anlatılan, kilisenin "Baba" olarak vasıflandırdı
ğı Tanrı (God), Kur'an'da kendini kullarına anlatan Allah değildir. Jesus, bizim Kur'an'dan öğrendiğimiz İsa değildir. Allah'ın anlattığı, Hz. Muhammed'i müjdeleyen İsa değildir. Allah'ın kabul etmediği başka bir şahsiyettir. Bach'ın ve bütün kilise müzisyenlerinin müziği; işte bu gerçek dışı, tamamen muharref İncil'e göre üretilmiş, gerçek İsa ile uyuşmayan, bambaşka bir kişiyi anlatmaktadır. Bach'ın veya bütün kilise müzisyenlerinin yaptığı şey, insan aklına ve mantığına asla inandırıcı gelmeyen "Baba ve Oğul" profillerini, müzikte spektaküler ve ürkütücü "çokseslilikle" inandırıcı ve korkutucu hâle getiren kilisenin çabalarına katkıdan başka bir şey değildir. (Elbette Hıristiyan batıda müziğin kilise dışında da bir hikâyesi vardır, bu da ayrı bir yazı konusudur. Ama meselâ "oratoryo", operanın elde ettiği –bir anlamda- reytinge karşı, kilisenin geliştirdiği bir formdur ve tamamen kilise öğretisine uygun biçimde, dînî içeriklidir. Ama bu din, muharref İncil'den türetilen, Allah'ın göndermediği ve akıl ile örtüşmeyen bir dindir. Ben oratoryoyu, "operanın imana gelmiş biçimi" veya "dindar opera" diye kabul ederim ve opera-oratoryo, tamamen batının kendi sosyal, kültürel ve dînî tarihinin bir sonucudur diye bakarım. Kantat da aynı şekilde, batının müzik kültürü tarihinin ürettiği bir kavramdır. Şarkı söylemek anlamına gelen "cantare" den türemiş Latince kökenli bir kelimedir. Ancak müzik tekniği açısından, çalgı eşliğinde de söylenebilen ve birkaç bölüm içeren sözlü müziklerdir. İnsan sesi için yazılan müziklere kantat, enstruman için yazılanlara da, "ses çıkarmak" anlamına gelen "sonare"den türetilerek sonat denildiğini söyleyebiliriz.

Hz. Muhammed'i anlayabilmek, onu tahayyül edebilmek müthi
ş bir şeydir. Hz. Muhammed, ki kâinat onun için yaratılmıştır... ki o âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir... ki o, onsekizbin âlemin peygamberidir... ki o, habîbullahtır... ki o fahr-i âlemdir... ki o iki cihan serveridir... ki o, İsa'nın da, Musa'nın da kendisine tâbî olacağı, yaratılmışların en üstünüdür. Onu anlatabilmek için, sadece fonksiyonların hareketi olan, melodiyi de bu kurallara ve fonksiyonlara –genellikle- kurban eden, tabiiliklerine müdahale edilerek indirgenmiş seslerden müteşekkil tampere sistem yetmez, zayıf kalır... bu çokseslilikle zenginleştirilmiş gibi gösterilen ama aslında indirgenmiş, daraltılmış bir ses sistemi, kâinatın efendisini ifade etmeye güç yetiremez. (Lâkin bu tampere sistemi çok kıvrak ve verimli bir biçimde kullanan Mozart gibi, Beethoven gibi üst düzey müzisyenlerin olduğunu da unutmamak gerekir. Şunu da samimî bir şekilde ifade etmeliyim ki, naçizâne müzikle ilgilenen biri olarak, çok özendiği tampere sistemi özellikle Mozart ve Beethoven kadar mükemmel kullanabilen bir Türk bestecisine rastlamadım. Bizim batı müziği karşısında ezilmiş Türk bestecilerinin yaptığı şey, gerçekten birer dâhî olarak kabul edilen bu müzisyenleri adeta bir sirk maymunu gibi taklid etmek olmuştur. Bakınız ve dinleyiniz: Jean Jacques Rousseau - Le Devin du Village: "J'ai perdu tout mon bonheur / J'ai perdu mon serviteur". Hatta taklid edilen, Mozart veya Beethoven da değildir. Hayatında kırk yılda bir beste yapmış bir düşünür olan Jean Jacques Rousseau'dur. Fransa'da uzun yıllar müzik eğitimi alıp da, Fransız ve Avrupa düşüncesine yön vermiş Jean Jacques Rousseau'nun bu eserini hiç işitmediğini söyleyecek yerde, Şeyh Galib gibi; "Esrârını Mesnevî'den aldım / Çaldımsa mîri malı çaldım" denilse belki aklımız da, kalbimiz de sükûnet bulacak ve zihnimizdeki şüpheler de bertaraf olacaktır.)

"Mevlit Kantat" adlı, daha çok iktidardaki sa
ğ cenaha bir yolunu bulup yaklaşarak para vurmak maksadıyla yapıldığı çok aşikâr olan çalışma, biraz aceleye getirilmiş bir çalışma olarak müzik tarihimize geçebilir. Aceleye getirilmemiş ve (her ne kadar Fransa'da müzik eğitimi almış ve pek çok "composition"a imza atmış olsa da), çok daha iyi bir "compositeur" tarafından "compose" edilmiş olsaydı, ortaya belki daha iyi bir şeyler çıkabilirdi. Meselâ Hz. Muhammed efendimizin doğumunu anlatan "Velâdet Bahri", yani onun dünyayı şereflendirdiği an olan velâdet, çok daha zarif ve güzel, kulağa hoş gelen melodilerle anlatılabilirdi. Velâdet Bahri'ni dinlerken dokuz doğuruyorsunuz. Halbuki rivayetler, onun çok zahmetsizce dünyaya geldiğini, dünyayı şereflendirdiği anda Mekke'nin nurlandığını anlatır. Oysa bu "composition"daki velâdet bahri, benim gibi bir dinleyiciye bile azab veriyor. Merhaba Bahri, soğuk bir "salut" ya da "hi !" ya da "hello !" der gibi. (Bir de Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i, sahnelendiği ülkelerde o ülkenin diline çevrilecekmiş diye duydum. Latin kökenli hiçbir dilde tam karşılığı bulunmayan ifadeleri nasıl çevirecekler, orası da meçhul ve merak konusu. "Merhaba yâ fahr-i âlem merhaba" yı nasıl çevirecekler ? Hadi onu geçtik, ama en basitinden "Hello Mahamed ! Hi Mahamed ! Salut Mahamed" falan diye çevirirlerse meselâ, komedi böylece tamamlanmış olur !) Miraç Bahri'nde nefesliler ne yapmaya çalışıyor, anlayabilene aşk olsun. Tenorun "Rahmetullah" diye canhıraş bağırışı, Allah'ın rahmetine hiç ama hiç uygun değil. Bu "rahmetullah" ifadesi, "azabullah", "celalullah", "gazabullah", "lânetullah" gibi daha ziyade kullanmak istemediğimiz bazı kelimeleri çağştırıyor. Tenorun "rahmetullah" diye bağırmasını duyunca, helâk edilen kavimlerin helâk esnasında yaşadıklarını hayal ediyorum. Halbuki "rahmetullah" çok güzel, hoş, yumuşak bir melodiyle ifade edilebilirdi, hatta belki de kadın sesi kullanılabilirdi. Öte yandan solistler, terminolojiye de pek yabancı. Itrî'nin salâvât-ı şerîfe'sini okurken "Aalii ve sabbii" diye bağırıyorlar. Itrî'nin mübarek ruhuna durduk yerde azâb etmenin ne mânâsı var ? Zaten Süleyman Çelebi'nin ruhuna yeterince azab etmişsin ! Hiç değilse Itrî'ye dokunma, onun bestelediği müziği bozma !

Takdir elbette "compositeur"ün, ama bütünüyle Hz. Muhammed'in do
ğumunu anlatmak konusunda yetersiz kalan bu composition'da ben bu sınırlı alana, ancak bu eleştirileri sığdırabiliyorum. Ama, Süleyman Çelebi'nin göz nuru dökerek yazdığı Mevlid'i ve Hz. Muhammed gibi iki cihan serverini, tampere sistemin indirgenmiş ve dar ses dünyasına, çoksesliliğin melodiyi genellikle öldüren kuralcı yapısına ve sesin tabiiliğine müdahale ederek var olan ifade yetersizliğine sığdırıp ifade etmekten hiç değilse daha samimidir.

Takıldı
ğım başka bir ayrıntı da, orkestra ve koro elemanlarının çoğunun göğüslerindeki Atatürk resimleriydi. O resimleri neden takmış olabileceklerini düşünüyorum; acaba "Atam, laiklik elden gidiyor ama korkma, biz buradayız"... "dilimizde mevlid kantat olsa da kalbimizde Atatürk var" mesajını vermek için ya da "ne olur ne olmaz, tedbirimizi alalım" niyetiyle mi takılmıştı, bilemiyorum. Ama sonuç itibarıyle orkestra ve koronun son derece ruhsuz, olaya sadece bir "iş" olarak bakan hatta bir kilise korosundan farksız olduğunu söyleyebilirim.

Mevlit Kantat'ı iki kez ba
ştan sona dinledim ve izledim. Önce, aşağı yukarı 42 yılını müzikle geçirmiş, klasik gitar gibi bir batı müziği enstrumanını çok iyi bir hocadan öğrenmiş, Bach'ın klasik gitara transkripoze edilmiş çok zor çello süitlerini çalabilecek kadar batı müziğini icrâ etmiş ve Bach gibi önemli bir müzisyeni tanıyabilmiş olduğunu zanneden (artık gitardan bir hayli uzaklaşğım için şimdi o performansımın kalmadığını itiraf etmeliyim), aynı zamanda hasbelkader Türk mûsikîsi devlet konservatuarında Yalçın Tura gibi, Faris Akarsu gibi, merhum Fikret Kutluğ gibi, merhum Bekir Sıdkı Sezgin gibi hocaların rahle-i tedrîsinden geçmiş, hayatında neredeyse dinlemedik müzik bırakmamış bir müzisyen kulağıyla dinledim... müzikte Türk-Batı, İslâm-Hıristiyan ayrımı yapmamaya özen gösteren, evvelâ "müzik müziktir" diye düşünen, Batı'nın çoksesli müzik evreni içerisinde muhteşem eserler besteleyen bestecileri ve eserlerini bıkmadan, usanmadan ve büyük bir zevkle dinleyen, ama her müziğin kendi doğal mecrâsı içinde varolması gerektiğine, eğer farklı müziklerden yeni şeyler elde edilecekse zaten doğal akış içinde bunun kendiliğinden gerçekleşebileceğine inanan, bunun da yabancı ülkelere gidip orada müzik öğrenerek bu öğrendiklerini kendi ülkesinde satmaya çalışan ve sahip olduğu "dahilik potansiyeli"ni taklid etmeyi öğrenerek yok eden "compositeur"larla değil, bir ayağını kendi yaşadığı ülkeye ve o ülkenin tarihine, kültürüne, medeniyetine basan ve diğer ayağını uzatabildiği kadar geniş bir coğrafyaya dengesini kaybetmeden uzatmayı başarabilen gerçek "deha" düzeyindeki bestecilerle mümkün olacağına inanan...Hz. Muhammed'i kendi nefsinden çok sevdiğini düşünen ve söyleyen bir inançlı insan olarak izledim ve dinledim. Kimsenin emeğine, birikimine, çabalarına saygısızlık etmek istemem, ama Ahiret'te İsa, Musa ve diğer bütün peygamberler "Nefsim" diye telaşla koştururken, kendini değil ümmetini düşünerek "Ümmetim" diye üzülen, Allah'tan ümmeti için merhamet dileyen fedakâr bir insan... Hz. Muhammed sözkonusu olunca benim için akan sular durur ve babam olsa düşündüğüm şeyi söylerim. Ama eseri tamamen dinlemek yerine yarımyamalak dinleyip "bu kısmı güzel" , "dinlediğim yerden sonrası güzel" diye bilgisizce konuşmaktan da imtinâ ederim. Çünkü iyi veya kötü, bir müzik çalışmasını yarısından itibaren veya sonuna yakın dinleyip kanaat belirten kişinin o müziği algılaması ve düşğü durum -afbuyrun ama- teyemmümden bahseden vâizi uykuya dalıp dinleyemeyen ama tam da "eşek anırdı, teyemmüm bozuldu" diye bağırdığı anda sıçrayıp sadece bu kısmı duyarak, "demek ki eşek anırınca teyemmüm bozuluyormuş" diyen dangalak cemaatin durumu gibidir ve üzücüdür... yanlıştır... eksiktir... dahası, komiktir. Etrafımızdaki aptallara her şeyden de anladığımızı ispat etmek için, vâkıf olmadığımız ve hatta tam olarak dinleyip bilgi sahibi olmadığımız bir hususta fikir beyan etmeme âdâbını göstermek çok mu zor !

Burada son sözü söylemeden önce hem kendi ba
şımdan geçen hem de bana anlatılan fakat gerçek, yaşanmış bir olayı aktarayım müsaade ederseniz. Birinci olayı, çok saygın ama ismini burada zikretmeye gerek görmediğim bir beyefendiden işittiğim ve aklımda kaldığı kadarıyla arzedeyim. Belki biraz kırıp dökerek aktaracağım bu olay yıllar önce bir Avrupa ülkesinde geçer. Bir karşılıklı kültürel anlaşma çerçevesinde Türkiye'den bu ülkeye konser vermek üzere Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası götürülür veya götürülmek istenir. Etkinliğin gerçekleştirileceği Avrupa ülkesinden bir yetkili bizim o ülke büyükelçimize, adeta ders verircesine şunları söyler: "Bu getirdiğiniz orkestranın daha iyileri bizde var ve icrâ ettikleri Avrupalı bestecilerin müziklerini biz zaten dinliyor ve biliyoruz. Halbuki biz Türk müzik kültürünün çok zengin olduğunu işitiyor ve biliyoruz. İsterdik ki, sizin müziklerinizi bize icrâ edecek ve tanıtacak bir müzik topluluğunuz gelsin."... Bu bana aktarılan bir olay. Epey boşluk bırakarak aktarabildim. Yanlış hatırlamıyorsam Karl Signell, Sayın Necdet Yaşar'ı Amerika'da bir konserinde dinledikten sonra "Bay Yaşar, sizin bu muhteşem müziğinizi dinleyince ne düşündüm biliyor musunuz ? Siz Türkler adeta hazine sandığının üzerine oturmuş bir dilenci gibisiniz. Üzerinde oturduğunuz sandıkta müthiş bir hazine var, bunun farkında değilsiniz ve dileniyorsunuz.". Bu olayı da bizzat Necdet Yaşar hocamızdan dinlediğimi belirtmeliyim. Ama benim yaşadığım ve tamamen gerçek olan şu olay belki daha ilginç, ama kesin olarak doğru ve eksiksiz anlatılacak bir olaydır: Bundan yıllar önce Fransa'nın bir şehrinde, evinde ziyaret ettiğim önemli bir müzisyen ve aynı zamanda etnomüzikolog, sağ elimdeki uzun tırnaklarımı görünce "Gitar mı çalıyorsun ?" diye sormuştu. "Evet, hem de biraz fazla çalıyorum. Özellikle yaz tatillerinde günde aralıksız 16 saat aralıksız gitar çalışıyorum" diye cevap verince şunları söyledi: "Hayret ! Biz sizin ses evreninize doğru gidiyoruz, doğu ve Türk müziğinin zenginliğini farkediyoruz, siz ise o zenginliği bırakıp bizim terkettiğimiz kısıtlı ses evrenimize merak salıyor ve geliyorsunuz. Galiba yer değiştiriyoruz." Mevlit Kantat projesinin uluslararası organizatörü Ahmet San, bir televizyon açıklamasında "Bu projeyle Hz. Muhammed efendimizi 12 ülkede tanıtacağız" gibi şeyler söylemişti. Ahmet San'ın çok usta ve işini iyi yapan bir organizatör olduğu şüphesiz ve bu iş, 450 sanatçısı, "compositeur"ü, yoluyla, konaklamalarıyla epey pahalıya malolacak bir "iş". Kimsenin kesesine ne gireceğinde gözümüz yok ama, baylar bayanlar... bu tuhaf projeyi "himaye edenler". Eğer Batı'ya Hz. Muhammed'i götürecekseniz, kilise müzisyenlerinin müziklerinde donuklaşan, gerçek dışı, kuru, donuk, soğuk bir "Jesus"a dönüştürerek götürmeyin, Süleyman Çelebi'nin yüreğini mum gibi eriten, zarif, kendinden çok ümmetini düşünen, Süleyman Çelebi'yi sabahlara kadar aşkından, sevgisinden uykusuz bırakan, gerçekten "âlemlere rahmet olarak gönderilmiş" Hz. Muhammed olarak götürün. Kur'an'ın anlattığı Hz. Muhammed olarak götürün... Batı'ya iki cihan serverini böyle tanıtın. Hz. Muhammed'in sadece Araplar'a gönderilmiş bir peygamber değil, bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber olduğunu, onun sevgisinin kimsenin tekelinde olmadığını anlatmak için götürün. Eğer Hz. Muhammed'i... efendimizi Batı'ya kilisenin donuklaştırdığı ve gerçeğinden uzaklaştırdığı "Tanrı'nın oğlu Jesus" gibi tanıtırsanız ve o müzik dili ile anlatırsanız, maazallah kaş yapayım derken göz çıkarır ve Batılı'nın Hz. Muhammed ile "Tanrı'nın oğlu" olarak kabul edilen Jesus arasındaki farkı anlamasına da mânî olursunuz. Eğer samimiyseniz, lütfen Süleyman Çelebi'yi döne döne tekrar okuyun, okuyun ki TRT adlı, hepimizin ortak malı olan televizyon kanalındaki Mevlit Kantat yayın jeneriğinde, "compositeur"ün resmini Süleyman Çelebi resminden hemen sonra ve aynı grafik tasarımla kullanarak, compositeurün Süleyman Çelebi ile aynı seviyede olduğu mesajını vermeye çalışmayın. Okuyun ki böylece kendinizin Süleyman Çelebi gibi bir hak âşığı, Hz. Muhammed âşığı ile aynı terazide tartılamayacağınızı öğrenin. Okuyun ki, Hz. Muhammed'in kendisinin bile Allah'a davet ederken ne kadar sâde ve yalın bir dil ve üslûb kullandığını öğrenin. Öğrenin ki, devletin sırtından çuval dolusu para kazanmak ile Hz. Muhammed'i batılıya tanıtmak gibi erdemli bir çabanın bir arada olamayacağını da bilin. Hz. Muhammed'i batıya onun sâdeliği, tevazuu, merhameti, insanlığı, centilmenliği, adaleti ile götürün. Bu ülkenin, bu kültür ve medeniyetin sesiyle götürün.

Elbette yaptı
ğınız işe, onca yıldır elde ettiğiniz birikime saygı duyulabilir ve duymak da gerekir... ama lütfen yüzünüzü bu topraklara, ait olduğunuz kültür ve medeniyete dönün. Hz. Muhammed'e sadece mesleğinizin yegâne unsuru olan "kulağınızı" değil, kalbinizi de açın... ve lütfen Müslüman mahallesinde salyangoz satma huyunuzu artık terkedin... ve yine lütfen o bilge ve mütevâzî görünüm ve tavırlarınızı bir yana bırakarak, o nefs tennurenizi üzerinizden atarak gerçeğinize dönün ve kendiniz olun. Yani Süleyman Çelebi Mevlid'i yazarken eriyip duran mum olun, ışığın etrafındaki pervâne olun, Süleyman Çelebi'nin yazdığı kâğıt, tuttuğu kalem olun... Leylâ'ya hasret Mecnun olun, biraz Hallac olun, biraz Yunus olun, biraz Mevlânâ olun... biraz da Itrî olun. Olun ve ondan sonra (onun eksiğini tamamlayan bir iş yapıyormuş edâsıyla) onun göz nuru dökerek yazdığı eserini besteleyin ! Ve konseri baştan sona izleyen, yarısından sonra izleyen, makâmı mevkii ne olursa olsun müzikten anlamayan, Hz. Muhammed'i unutmuş kimselerin alışkanlık hâline gelmiş ve herkese tuttukları alkışlara da inanmayın, aldanmayın !

Öyle görünüyor ki, Hâlide Edib'in hayalini kurdu
ğu dâhi bestecinin yetişmesi için daha çok zamana ihtiyacımız var.

Yazıyı Tavsiye Et

Yorumlar


Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.

Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.