ISSN: 1301 - 3971
Yıl: 18      Sayı: 1924
Şu an 16 müzisyen gazete okuyor
Müzik ON OFF

Günün Mesajları


♪ Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anarken, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını en coşkun ifadelerle kutluyoruz.
Mavi Nota - 28.10.2023


♪ Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri Müzik Bölümlerinin Eğitim Programları Sorunları
Gülşah Sargın Kaptaş - 28.10.2023


♪ GEÇMİŞ OLSUN TÜRKİYE!
Mavi Nota - 07.02.2023


♪ 30 yıl sonra karşılaşmak çok güzel Kurtuluş, teveccüh etmişsin çok teşekkür ederim. Nerelerdesin? Bilgi verirsen sevinirim, selamlar, sevgiler.
M.Semih Baylan - 08.01.2023


♪ Değerli Müfit hocama en içten sevgi saygılarımı iletin lütfen .Üniversite yıllarımda özel radyo yayıncılığı yaptım.1994 yılında derginin bu daldaki ödülüne layık görülmüştüm evde yıllar sonra plaketi buldum hadi bir internetten arayayım dediğimde ikinci büyük şoku yaşadım 1994 de verdiği ödülü değerli hocam arşivinde fotoğraf larımız ile yayınlamaya devam ediyor.ne büyük bir emek emeği geçen herkese en derin saygılarımı sunarım.Ne olur hocamın ellerinden benim için öpün.
Kurtuluş Çelebi - 07.01.2023


♪ 18. yılımız kutlu olsun
Mavi Nota - 23.11.2022


♪ Biliyorum Cüneyt bey, yazımda da böyle bir şey demedim zaten.
editör - 20.11.2022


♪ sayın müfit bey bilgilerinizi kontrol edi 6440 sayılı cso kurulrş kanununda 4 b diye bir tanım yoktur
CÜNEYT BALKIZ - 14.11.2022


♪ Sayın Cüneyt Balkız, yazımda öncelikle bütün 4B’li sanatçıların kadroya alınmaları hususunu önemle belirtirken, bundan sonra orkestraları 6940 sayılı CSO kanunu kapsamında, DOB ve DT’de kendi kuruluş yasasına, diğer toplulukların da kendi yönetmeliklerine göre alımların gerçekleştirilmesi konusuna da önemle dikkat çektim!
editör - 13.11.2022


♪ 4bliler kadro bekliyor başlıklı yazınızda sanki 4 bliler devre dışı bırakılmış gibi izlenim doğuyor obür kamu kurulrşlarında olduğu gibi kayıtsız şartsız kadroya geçecekler yıllardır sanat kurumlarımızı sırtlayan bu sanatçılarımıza sınav istemek yapılacak en büyük kötülüktür bilginize
CÜNEYT BALKIZ - 12.11.2022


Tüm Mesajlar

Anket


DOB, DT ve GSGM'de 4B kadrosunda çalışanların 4A kadrosuna alınmaları için;

Sonuçları Gör

Geçmişteki Anketler

Tavsiye Et




Tavsiye etmek için sisteme girmeniz gerekmektedir.

Destekleyenlerimiz






 

Yazılar


Sanat, Popüler Kültür, Kitle Kültürü, Yüksek Kültür, Halk Kültürü, Geleneksel Kültür, Arabesk Kültür ve Modernizm üzerine felsefi bir yaklaşımSayı: - 03.03.2006


İnsan bilinci en yüksek akıl ile belirlenmiş özgür eylemde erişir. 18.yy. düşünürü olan Schelling’ e göre ise, sanatın yaratmalarında erişmektedir. Sanatçının içinde ise kendisinden daha üstün olan, kendisini sürükleyen, kendi aracılığı ile “sonsuz”u yaratan bir kuvvet yaşar. Sanatçı kendi içindeki bu “kavranamaz” da bütün yaratmalarının kaynağını bulur; yapıtını bu kaynaktan toplar. Scehelling’ e göre, sanat eserinde “sonsuz” ışıldar, kendini somut bir hale getirilmiş olarak gösterir; güzellik, “sonsuz”un “sonlu bir şey” olarak görünmesidir. Dahinin yarattığı sanat eseri, gelip geçici varlıklar olan kopyalarının üstüne yükselerek, ideaların kendilerini görüp yansıtmıştır. Sanat ideaların gerçek tasviridir. Oysa Platon, sanatın idealar-gerçeğin ana örneklerini- kavradığını kabul etmez; ancak sanat görünüşleri taklit eder, idealarının kopyalarının kopyasını çıkarır. Platon erdemli olana, iyiye denk bir kalıcı güzellik tasarlar; bu nedenle güzellik, kopya olmaktan ileri gidemeyen taklitlere değil, ideanın birliğine özdeştir. Sanat yapıtı bu nedenle kendi başına güzellik taşımaz, güzel ideasına bağlanmak zorundadır. Platon’ da evrenin ana ilkesi olan”iyi-güzel”, tüm idelarında dayandığı temel ideadır. Bu idealar ancak (intellect) aracılığıyla kavranabilir. Böylece tüm nesneler ya da fenomenler dünyası akılsal olan bu evrensel ideaların bir yansıması veya taklidi olmaktadır. Bu dünyayı sanatına aktaran sanatçının dünyası ( sanat eserleri) ise taklidin taklidi olmaktadır.

Schelling’ e göre güzellik, “sınırlı olarak temsil edilmiş sonsuzluktur”. Ama sanatın asıl konusu ne Schelling’in metafizik sonsuzu ne de Hegel’in mutlak’ıdır. O, kendi duyu yaşantılarımızın belli temel yapısal ögeleri içinde( çizgilerde, mimari ve müzikal biçimlerde vb.) aranılmasıdır. Bu ögeler her yerde hazırdırlar. Onlar apaçıktırlar, görülebilir, duyulabilir ve dokunulabilirler. Goethe bu anlamda, sanatın nesnelerin metafizik derinliğini gösterme öykünmesi yapmadığını, yalnızca doğal olanların yüzeyine bağlı kaldığını savunur. Goethe, sanata, “doğal olayların yüzeyine bağlı kaldığı” düşüncesiyle bakar. Oysa, “güneşin yer çevresinde döndüğü bilgisinin yanlışlığıyla döndüğü, yerin güneş çevresinde döndüğü bilgisinin doğruluğu arasındaki bilimsel ayrımın sanat açısından büyük bir önemi yoktur. İnsan aya ayak basmayı başarsa da başaramasa da lunatik gene lunatiktir.” Yağmurun nasıl yağdığı ya da güneşin nasıl doğduğu sanatı ilgilendirmez. Ancak sanatçı, doğanın yaratı anından yararlanarak /etkilenerek/esinlenerek yeni ürünler yaratabilmektedir. Sanatçı, başakların rüzgarda dalgalanışına bakarak bir şiir yazabilmekte, batmakta olan güneşe bakarak resim yapabilmekte hatta doğanın seslerinden esinlenerek bir müzik eseri yaratabilmektedir. Shakespeare bir gün Dostoyevski, Rubes, Tiziano ve Wagner sadece sanat için ya da doğal olayların yüzeyselliği gerçeğini aktarmak için çalışmamışlardır. “onlar her ne pahasına olursa olsun, yüklerinden kurtulmak, canlı varlıklarının ağırlığını dışarı atmak için” verdikleri uğraşının yanı sıra , eserlerinin kendi dünyalarının/ yaşantılarının/ etkilenişlerinin yanlışlıkla ve gördükleri dünyayı, mantığın/ aklın/ ilginin verilerine göre değil duygularının, düşlerinin, özlemlerinin, sıkıntılarının , kaygılarının verilerine göre düzenleyişlerle çalışmışlardır.

Böyle bir yaklaşım sonucu ise, sanat için şu söylenebilir mi diye düşünüyorum; sanat, sanatçının nesneleri metafizik derinliğini, içerik ve biçimlerle anlatma çabasıdır. “sanat belki de tek bir idealin simgesi değil, sanatçının o fikre, duyguya verdiği çeşitli biçim ve biçimlerdir.”

Sanatsal yapıtın özünde, yapıtın işleniş biçimi ve yapıtla verilmek istenen düşünce vardır. Örneğin Beethoven 5. Senfonisinde güzel bir tema yakalamıştır ve o tema üzerine bir senfoni oluşmuştur, Strauss ve Wagner’ e göre, Beethoven’ in 5. Senfonisi alın yazısı ya da kaderin savaşımıdır, üzerine bir senfoninin örüldüğü giriş motifi ise kaderin, belki de ölümün kapıyı çalmasıdır. “Beethoven’in bizde hayranlık uyandıran yani yalnız kendisinin biçim ustalığı değil aynı zamanda” yaşadığı döneminin müzüğinde yansıyan yoğun özüdür. Beethoven’in müziğini sadece yaşadığı dönemle açıklamak elbette doğru değildir. Ama müziğin kaynağı olarak yaşadığı çağın olaylarını ve düşüncelerini değil de, yalnız çalgıları göstermek de yeterli olmaz sanırım.

Güzellik, doğrudan doğruya nesnelerin görüntüsü ile ilgili değil, anlıkta kurulan bir bağıntıdır. Böyle bir durumun somut göstergesi ise, güzelliğin ya da güzelin farklılıklarla görünmesidir. Güzellik kavramı değişkendir ve tek bir doğruyla tanımlanamaz . “Güzellik, nesnelerin bir niteliği olarak kabul edilen hazdır. O , “ nesnelleşmis hazdır.” Eğer sanat bir hazsa bu haz , nesnelerden değil, biçimlerden duyulan hazdır.” Bir mimariden, bir şiirden ve bir müzikten alınan duygu, ruhun en öznel durumlarından biri olan hazın somutlaşmasıdır. Bu konuda, bilimde olduğu gibi, bilimsel bir bilgi (Episteme) / veri aramak mümkün değildir. “sanat , felsefenin ve bilimin uğraştığı türden sorular ve yanıtlarla uğraşmak zorunda değildir. Daha açık anlatımla sanat, insanın özel doğası ile genel doğa arsındaki/ içindeki bağlantıları bilme/ kurma gereksiniminin ürettiği türden soruları sormaz, böyle sorulara yanıt aramaya kalkışmaz. Sanat alanının özgül soruları da yanıtları da insan yaşantılarıdır. “– Experimen la humana- sanatsal etkinliğin nesnesidir yaşantı, bir bakıma hammaddesi. Sanat yaşantıyı irdeler, işler, yaşantıyı sergiler, sanat yaşantılarla uğraşır.” Biçimlerden alınan haz, nesnelerden ya da duyu izlenimlerinden alınan hazdan değişiktir. Sanatta bulduğumuz haz, ancak bu anlamda nesnelleşebilir. Bundan ötürü güzelliği” nesnelleşmiş haz” diye tanımlamak tüm sorunu çok yüzeysel bir yaklaşımla açıklamaya çalışmak gibi görünür.

Güzellik”hoşa giden şey” olarak tanımlanır daha çok, sofist Hippiyas’ a göre “güzel uygunluktur”. Sokrates bu tanımı çürütmek isterse de Platon “güzel uygunluktur” üzerinde durur. Platon, Sokrat olarak güzelliğin ideasını ya da özünü bulmaya çalışmaktadır. Ona göre, eğer güzellik görünüşü sağlıyorsa ve uygunluğu bu şekilde anlıyorsak, güzel uygunluk olmayacak ve görünüşü aşan başka bir şey olacaktır. Bu durumda da düşünmek gerekir ki acaba uygunluğun kendisine katıldığı bir şey güzel mi görünür, yoksa gerçekten güzel midir ya da uygunluk duygularla mı yoksa akılla mı ilgilidir?
Platon, güzel ile iyi kavramlarını aynı görür. Estetiğin konusu olan “güzel” ve ahlakın konusu olan “iyi” bir ve aynı sayılmaktadır. Dolayısıyla estetik bakımdan güzel olan bir şey, ahlak bakımından da güzeldir. Bu durum, uzun süre düşünce tarihinde de etkinliğini sürdürmüştür.

Platon’un öğrencisi olan Aristotales de sanatı bir taklit sayar. Platon’un idealar dünyasında aradığı kavramları, Aristotales, içinde bulunduğumuz dünyada arar ve duyular dünyasını önemser Sanatı eğitime ve ahlaka bağlı görür.  Sanat eseri sanatçının zihninde oluşmaktadır. “Estetik yaratı, sanatçının kendi tabiatından doğar, dışsal amaçlardan yani duyusal zevk, fayda ve ahlaktan bağımsız olmasıdır. Halbuki sıradan ürünler kendi dışındaki nedenler sonucu yaratılmışlardır.” Sanatçı duygularını dile getirirken, tüketicileri göz önünde bulundurmamaktadır. Sanat eseri sanatçının kaleminden yada fırçasından çıktıktan sonra çıkmış sayılır. Bu biten sanat ürününü bir kimsenin okuyup izlemesi ya da dinlemesi önemli değildir.  Bir şiir sözcüklere dökülmeden önce, bir tablo renklere, bir müzik seslere dönüşmeden önce zihinde imgesel bir dille oluşmaktadır. Çağdaş bir İtalyan sanat felsefecisi olan B. Croce’nin (1866-1952) yaratma sürecinde ilginç olarak gördüğü şey, “yaratmanın her zaman olmayacağı, bazen olabileceği, estetik fenomenin bazen ifadeye dönüşebileceğidir. Bu bakımdan bir şiir, bir resim , bir müzik parçası ancak sanatçının zihninde yada ruhsal dünyasında bir defa oluşmakta sanatçı istesede aynı yaratıyı bir daha yapamamaktadır. Sanattaki tek’lik ve özgünlük olayını yaratanda budur. Leonardo da Vinci Mona Lisa’yı, Gauguin Tahitili Kadınlar’ı, Vincent van Gogh Ağlayan Adam’ı hasır sandalyesinde gözlerini yumruklarıyla kapayarak hıçkıran yoksul bir adamı yansıtan izlenimi ya da Eski Papuçlar’ı ve bunları ayağında taşıyan, kaldırım taşlarında sürükleyen tükenmiş bir insanın acılarını yansıtan izlenimi bir kez yansıtabilir. Ümit Yaşar Oğuzcan Karanlıklar Üstüne şiirini, Orhan Veli İstanbul’u Dinliyorum şiirini bir kez yazabilir. Beethoven Ay Işığı Sonatı’nı, Mozart Küçük Bir Gece Müziği’ni, Albinoni Adagio’yu, A. Adnan Saygun 1. Senfoni’yi, Necil Kazım Akses; Orkestra Konçertosu’nu bir kez besteleyebilir. Hangi konu olursa olsun, sanatçı onu yaşayarak biçim-içerik süreci içinde sanat eserine dönüştürebilir. Yaşayan bir duygu ise son bulur. Ancak yaratılmasına neden olduğu yapıtla “sonsuzluğa” ulaşır. Bir duygu bir defa yaşanır ve anlatımını bulur. Yeni bir zamanda ve mekanda yaşanılan yeni bir duygu ise yeni bir anlatımı doğurur. Bu nedenle sanatçının bir eseri diğerine benzememekte, ortak yanları olmasına rağmen, yarattığı şeyi bir daha yaratamamaktadır. “Heraklietos’un , “güneş, her gün yeni bir güneştir.” Sözü fiziksel olması bile, sanatçının güneşi için doğrudur.  Sezginin yada düşsel dünyanın ifadesi bir dil, yani söz, renk, çizgi, ses ve görüntüdür. Böyle bir yaklaşımsa, Croce’nin düşüncesinde de olduğu gibi, sezgi ile ifadenin bir olduğu sonucunu çıkarmaktadır. Her sezgi, aynı zamanda ifadedir ya da bir şekilde ifade bulur. İfade de edebiyatçının, ressamın, müzisyenin ve sinemacının dili olarak kendisini gösterir. Sezgi, düşü kullandığı dille somutlaştırır. Her sanatsal yaratıda, sanatçının sezgisi yatmaktadır. Estetikse bunları inceleyen bir disiplindir.  Anlıkta, iradede, bellekte, iç dünyada bir tasarı biçiminde olan duygusal bir yoğunluk, sezgi, bir dil aracılığıyla (çizgi-renk, nota-ses, söz) oluşmaya başlamakta, duygu, çizgisel, notasal yada sözsel olarak imgeleşerek, yapıtı doğurmakta-somutlaştırmaktadır. Buradan yapılabilecek yeni bir çıkarım da, müziğe somut bir kimlik yüklemekte ve özgün bir tanım yapma durumunu doğurmaktadır. İnsanın tanımlanamaz ve kavranamaz sonsuzluğu olan anlık, irade, bellek ve iç dünyada oluşan duyguların, imgelerin, sezgilerin nota-ses diliyle biçimsel, formsal ve estetiksel bir yapıda somutlaşmasına-anlatılmasına müzik denir.

Schopenhauer’a göre, “müziğin olaylar dünyası ile bir ilgisi yoktur” müzik “iradenin bir kopyasıdır.” Müziğin etkisinin öbür sanatların etkisinden daha güçlü ve yoğun olmasının nedeni de budur. Çünkü öbür sanatlar bir şeyin gölgesini dile getirirken, müzik özünü dile getirmektedir. Müziğin özü ise, bestecinin duyurmak istediği yaşantıdır. Bestecinin yaşantısı da yalnız müziksel bir yaşantı değil, içinde yaşadığı ve kendisini çeşitli yollardan etkileyen tarihsel dönemle koşullu kişisel ve toplumsal bir yaşantıdır. Beethoven için ana yaşantının İmparator ya da Metternich yönetiminin değil de, Fransız devriminin olması olgusu, Beethoven’in sanatını ve kişiliğini anlamamız bakımından önemlidir. “Sanatçı, gördüklerini olduğu gibi eserine aktarmaz; olayları yalnızca görerek değil, yaşayarak sanat eserine dönüştürür.” Öyleyse, iletilebilen ve paylaşılabilen bir şey olarak yaşantı sanatsal etkinliğin yegane nesnesidir. Örneğin Beethoven’in 9. Senfonisi’nin koro bölümündeki coşkun sevinç; soyut bir sevinç olmayıp sayısız çatışmalardan doğan, küskünlüğe ve umutsuzluğa karşı çıkan bu umutsuzlukla, son derece bilinçli bir biçimde savaşan bir sevinçtir. Öte yandan, Beethoven’in en son bestelediği oda müziğinin özünü inceleyerek olursak, bu müziğin korkunç bir yalnızlığı dile getirdiğini görürüz. Ama soyut bir yalnızlık değildir bu. Çağın yığınlarıyla ortaya çıkan ve ilk sesini Beethoven’in müziğinde duyuran yeni bir şehir yalnızlığıdır. Başka bir deyişle, Beethoven’in müziğini biraz dikkatle inceleyecek olursak, bu müzikte bütün insan duygularını ve tutkularını soyut, belirli nitelikten yoksun değil, belli bir takım duyguları ve tutkuları daha önce bilinmeyen bir anlatım biçimi içinde görürüz. Bütün sanat zamanla koşulludur ve ancak tarih içinde belli bir zamanın düşüncelerini, gereksinmelerini, umutlarını yansıttığı ölçüde insanlığı temsil eder. Antoine Watteau’nun yaşam öyküsünü yazanlar, onun yoksul bir köylünün çocuğu olduğunu, çok bozuk olan sağlığının ona Paris gece eğlencelerine katılmak olanağı bırakmadığını anlatmışlardır. Gerçekte Watteau, her şeyden yoksun yaşamını tablolarına koyacağı yerde, özlemini çektiği düşsel yaşamı tablolarında canlandırmıştır.

Sanat eseri, bir yaratma işidir. Sanatçı kimi zaman gerçeklikten aldığını, tanınmaz hale getirecek kadar yaratıcıdır. Sanat eserlerinin insanlar üzerindeki etkisinin büyüklüğünün altında yatan gerçek de budur. Eğer yapıt anlık olursa, toplumun o andaki doruksal hazzını, duygularını kısa süreli bir biçimde anlatırsa, bu popüler bir kimlik yaratır. Ancak, zamanın ve toplumsal koşulların değişmesine rağmen, her durumda aynı tadı verebiliyorsa ve potansiyel duyguları uzun sürelerde yansıtabiliyor, canlı tutabiliyorsa, bu sanatçının ölçütünün göstergesidir. “ Bunlar arasında zaman seline göğüs gerenler, kuşaktan kuşağa yaşayıp dururlar. Ölenlerin mezarları bile yoktur.” Sanatın ustalık ve teknik yönü de vardır. “Bir ustalığın sonucudur sanatın özgürce boy atıp gelişmesi.” İfade dilini , sözcükleri, renkleri ve notaları bilmek, bir ustalık ve teknik gerektirir. Ama bir yaratıda başka yetilere ihtiyaç vardır. Eğer herkes sanat üreticisi, sanatçı olamıyorsa- bu açıdan bakıldığında, bu tür yoksunluklara rağmen Türkiye'de her gün sanatçı kimliği ile birilerinin ortaya çıkıyor olması ilginçtir- yalnız teknik ve ustalık yokluğundan değil, aynı zamanda sezgi yokluğundandır. Müziksel (tonal) işitmeye sahip birçok insan müziğin akademik eğitimini alabilir ama beste yapıyor olabilmek, resim yapıyor, şiir yazıyor olabilmek farklı bir yetidir.  Anlatımcılık, kuramının temel kavramı duygu- coşkudur. “ Duygu, algının kavramsallaşması, yaşantıya girmesidir. Duygunun yaşantıya girmesi de onun ilgili sanat dilinde imgeleşmesi demektir. Yani eserde anlatılan duygu artık somut hemen hemen tek olan bir duygudur.”
Bir dilde anlatılmış ( imgeleşmiş) duygu, tamamlanmış duygudur. Gerçek bir yaratmada, eser ve duygu birlikte aynı anlatım eyleminde oluşmaktadır. Dolayısıyla eser, duygunun bir yansımasıdır. Bir dilde anlatılmış duygu ise tamamlanmış duygudur. Duygunun hangi dilde olursa olsun, sözsel, çizgisel ya da nota olarak imgeleşmesi, sanat eserinin kendisini ve yaratıcısını anlatması demektir. Yalnız sanat dilinde olması gereken artistik ve estetik ögeler ( biçim, üslup, denge, ritm, harmoni...) onun sanatsal kimliğinin ölçütünü- boyutunu- oluşturmaktadır. “Anlatım gücü ve estetik gücü atılmış bir yapıt, gerçek bir sanat yapıtı olmaktan çıkar.”

Sanatçı,........ ve Collingwood’a göre, başkalarında duygu uyandırmak için duygularını anlatmaz izleyicide, okuyucu ya da dinleyicide duygu uyandırmak için sanat yapılmaz. Sanat eseri, sanatçının yaşantısını, yaşam tarzını gerçekten verebiliyorsa, düşünsel ya da diğer açılardan üçüncü bir ögeyi mutlaka etkileyecektir.  Sanat yaşamla iç içedir. Böyle bir yaklaşımsa, Lev Tolstoy’un “Sanat meslek değildir, bir yaşam tarzıdır.” Sözünün geçerliliğinin koruyucusudur. Tolstoy , sanat olayını tanınmış sözleriyle açıklar; “ Bir yaşantının hatırlanması ve bundan sonra hareket, çizgi, renk, ses veya kelimelerle ifade edilen biçim yoluyla bu yaşantıyı diğerlerine aynen ulaştırmak ise, işte sanat olayı budur.” İyi bir şiir, bir tablo ve müzik parçası kimi zaman bireyin tüm yaşamını, ahlaksal yapısını değiştirebilecek kadar etkili olabilmektedir. Bu alandaki yaratılardansa insan varlığının birer zorunlu ve salt parçasıdır.  Eski Yunan’dan beri, sanatın işlevinin eğlendirerek eğitmek olduğu kabul ediliyordu. Sözgelimi tipik bir Rönesans eleştirmeni ve şairi şöyle düşünüyordu; “Sanat yansıtmadır, amacı eğlendirerek eğitmektir.” Sanatçı ve okuyucu arasında doğrudan doğruya bir bağ vardı. Romantik dönemde – duygu ve duygusallığın egemen olduğu, bireyci kurallara baş kaldıran, aşırı gerçeklikten ve gündelik yaşamın tekdüzeliğinden kaçan, ruhsal, dinsel ve mucizevi olana kaçışı simgeleyen dönem- bu bağ kopmaktadır. Duygulandırmak ve eğitmek gerçek sanatın işi değildir. Eğlence isteği daha çok iyi ve çok daha ucuz araçlarla doyurulabilir. Büyük sanatçıların bu erek için çalışmış olduklarını, örneğin Michelangelo’nun San Pietro Katedrali’ni , Dante veya Milton’un , şiirlerini eğlence için yarattıklarını söylemek imkansızdır. Kuşkusuz onlar ve diğerleri, Aristotales’in şu görüşünü onaylıyorlardı; “İnsanın kendini ve yapıtını eğlence uğruna kullanması fazlasıyla çocuksu ve budalaca görünür.”

Sanatçının, eserini yaratırken yaşadığı duyguyu başkasında uyandırmak gibi bir amacı ya da kaygısı yoktur. Böyle bir kaygı sözde sanatçıların işidir. Bireyler operaya, baleye, bir senfoni ya da resim sergisine eğlenmek için gitmezler. Bir şiiri eğlenmek için okumazlar. Bu etkinlikler, kültürel etkinliktir. Yaratıyı sanat yapan temel öge, kültürel işlevinde yatmaktadır. Sözde sanat, ister öğretici ister eğlendirici olsun, dikkatli ve ustalıkla yapılsa bile, gerçek sanata dönüşemez. İyi bir sanat eseri, sanatçının duygusunun, anlatımını başarıyla yapabildiği eserdir. Kötü yapıt, bir insan duygusunun anlatımını yapmaya çalıştığı fakat beceremediği bir eylem olarak kalır.

Gerçek bir sanat yapıtı bizi bu evrenden alır ve diğer evreme götürür. Besteci , şair ya da ressam, eserini yaratırken aynı duyguyu yaşar. Önce tohum toprağa düşer. Yaratış ortamına giren sanatçı, ilkin içini bir sıcaklığın sardığını duymazlıktan gelemez. Bu sıcaklık onu , bu çıkarcı dünyadan uzaklaştırırken, belirlenen izlenimler yavaş yavaş biçim almaya başlar. Bu biçimlenme işi, sanatçısına göre; kimi zaman büyük kolaylıkla, kimi zaman da güçlükle oluşur.  Sanatçı bu dünyayı “evi” olarak görmez , yeni bir dünya yaratarak, bu dünyaya “hayır” der. Yarattığı o evrende kendi benliğini bulur ve dönmek istemez. Sanatçının evreni, ütopik bir gerçek olarak ortaya çıkar ki, günlük yaşantısındaki evren, onun yanında küçük kalmaktadır. Duyguların dile getirilebilmesinde ise, yaşanılan evren ve onun dili hatta sanatsal dil- anlatım- ( sen , söz, çizgi) yetersiz kalabilmekte, sanatçı kendini ve duygularını ifadelendirememektedir. Bu durumun doğal sonucu olarak da cinsel kökenli itkiler, örgütlenen imgeler ve anılar doyurulamamakta, ya da başka çıkışlara yönelememekte, türlü yasakların ve tabuların da baskısıyla bilinçdışı sürekli olarak kabarmakta, sanatçıda nevroz denilen ruh hastalıklarına neden olmaktadır. Van Gogh ‘un doyuramadığı/boşaltamadığı/ çözemediği/ ifadelendiremediği/- çizgiselleştiremediği ve renkselleştiremediği- duygusal yoğunluk sonucu kulağını kesmesi, sanatçının dünyasını yansıtması açısından çarpıcı bir örnektir. Düş görerek, bilinçdışının baskısından kurtulan kişi eğer sanatçı ise, düşlerini, yarattığı eserle somutlaştırarak bilinçdışının yoğunlaşan baskısından kurtulur. Sanatçı, yaratarak içini dökmekte, tüm baskılardan zorlamalardan ve sıkıntılardan arınmaktadır. Bu bakımdan Dostoyevski’ nin “Sanat eseri, yaratıcısının bir itirafıdır.” Sözünü benimsememeye olanak yoktur.

“Türk toplumu bir geçiş sürecindedir.” Bu geçiş sürecinin yaratıları, tıpkı kitle iletişimi gibi , yaşamın her alanını kapsamakta; yoğun bir biçimde yaşanmakta, tüketilmekte, aynı amaçla ama farklı kimliklerde ve görüntülerde karşımıza çıkabilmektedirler. Bu da TV, eğlence, çizgi filmler, çizgi romanlar ve çocuk dergileri; cinayet , seks, haberler ve dergiler, müzik, giysiler (moda) , sloganlar ve fetişizm; yiyecek ve içecek, sigara, alkol ve uyuşturucu maddeler; oyuncaklar, popüler bayramlar, vücut geliştirme ve spor biçimlerinde, “popüler kültür”adıyla olmakta, kitle kültürü, arabeski, dolmuş müziği, gazetesi, dergisi, promosyonları, radyosu,televizyonu, sineması, oyuncağı, sabunu, göz karası, göz boyası, ağlaması, şamatası, özlemleri, hırsları, heyecanları, sevdikleri ve sevmedikleri(modası), kitle halinde ticari amaçlarla, arzu edilen şekilde yön verme çabaları çerçevesi içinde dönüp durmaktadır. Popüler kültür her toplumda vardır, ama artık o da kitle iletişim araçları gibi- onların sayesinde- evrenseldir ve bu evrensellik, sınırları olmayan bir “Evrensel köy” yaratmıştır. Dünya ülkelerinin çoğunda artık insanlar benzer biçimde giyinmekte, benzer yaşam tarzı sürdürmektedir. “Evrensel köy”ün sınırsızlığı daha da büyümektedir. Yaşanılan popüler kültür, bugüne kadar olagelenlerden sorumludur. Her birimiz onunla ve onun bir ögesi olarak yaşamaktayız. Dinozorların beyaz perde de dünyaya dönüşlerinin yarattığı kitle hayranlarıyla; Hindi Çin’den, Orta Doğu’dan Avrupa’ya kadar başlarında basketbolcu Michael Jordan’n armalı kepini taşıyanlarruyla; Paris’den İstanbul’a ve oradan Budapeşte’ ye kadar stadyumlarda patlayan Madonna, Michael Jackson çığlıkları ve bunların çılgınlıklarının çığırtkanlıklarıyla, duman bombaları ve laser oyunlarıyla, realty showlarıyla aslında meşru bir kitle eylemi olarak kabul edildiğinden, boşaltmaya fırsat yarattığı için, yaşanılan sosyal/ ekonomik ve sosyal / kültürel yoksunluklara ve yoksulluklara rağmen; özellikle futbol maçlarından sonra silahlarıyla caddelere, sokaklara dökülenleriyle –sporu ideolojisi olmayan bir toplumsal oluşum ve etkinlik olarak açıklamak gerçekte büyük paraların döndüğü, kimi oyuncuların sahadaki dakikasının 100 milyona geldiği, Anadolu’nun her yöresinde görev yapan üniversite mezunu bir öğretmenin aylığının 75-80 milyon olduğu, insanların düşüncesizleştirildiği ve insanlık değerlerine ilgisizleştirildiği/ yabancılaştırıldığı bu egemen güç ilişkisini ve bu egemen biçimin egemen görüşünü yeniden üreterek devam ettirmektir. Spor, kitle kültürü, alt kültür “ideolojisini ifade eder ve aşılar; Egoist ve saldırgan bireycilik, insafsız rekabet, fırsat eşitliği masalı...” Kovboy Amerika’lının Türkiye’deki versiyonları olan ve cikletle farklılığı bulmaya ya da yakalamaya çalışanlarıyla, bir omuzu kalkık, bir eli cebinde, gömlek yakası birkaç düğme açık, zincirinin 18 ayar sarılığı görünen, siyah takımlı, yumurta topuklu, kara bıyıklı bireyleriyle, Ferdi’cileri, Orhan’cıları, İbo’cuları... viski ve lahmacun temsilcileriyle, yitik kimliksiz yabancılar olarak popüler kültürün karşı konulamaz yükselişinin dayanılmaz hafifliğini yaşıyoruz. Özbek’ göre, viski ve lahmacun benzetmesi arabesk kültürün yapısal özelliğine ilişkin bir gerçeğe değinir. Bu da arabeskin zıt ve farklı kültürel ögelerinin yan yana gelmesiyle oluştuğudur. Günlük kullanımdaki bu benzetme daha çok, “çarpık değişen” Türkiye’nin her “çarpık” özelliğini anlatmak için olumsuzlayıcı bir terim olarak kullanılmaya başlanmıştır. Arabeskin bu eklemlenmiş melez yapısından yola çıkarak “modernleşme” tarzımıza ilişkin sonuçlar çıkarabilir, kendimiz üzerine fikir edinebiliriz.

İngilizce’de tanımı ve dilbilimsel kaynağı; geç ortaçağdaki “halka ait” anlamından çevrilen “popüler” kavramı, sivil toplumun yakından ilişkili olarak bugün hakim kullanımı olan “insanların çoğu tarafından sevilen ve tercih edilen”anlamına doğru evrim geçirmiştir. Popüler kültür kavramının babası Herder’dir ve bu kavramı “eğitilmişlerin kültürü”, ( learned culture)kavramına karşılık olarak kullanmıştır. Popüler, başlangıçta Latince “popularis”ten türeyerek “halka ait” anlamına gelen , hukuki ve siyasal bir terimdi. 16.yy.da örneğin, popüler hükümet terimi , halk tarafından kurulan ve yürütülen bir siyasal anlamına geliyordu. Aynı zamanda , aşağı( low), değersiz( base) anlamı da vardı.  “Kitle kültürü, bayağı ve zevksizdir; ekonomik talep tarafından kültürün ticari alçaltılması ve kitle iletişimi araçları tarafından empoze edilen standartların zorla düşürülmesinin sonucu bayağı ve alçak bir kültürdür.” Bu etkilerin bileşimi ise, sanat olmayan bir sonuç ortaya çıkarmaktadır. Kitle iletişimi, izleyicide pasif tutumu beslemekte, çaba göstermeme gibi bir alışkanlık yaratmaktadır. Bu da uyuşukluk, sıkıntı, ilgisizlik ve zalimlik gibi duygulara zemin hazırlamakta, kaynaklık etmektedir. Televizyon ve popüler kültür, ideolojileri ayinsel bir şekilde iletide görev yapar. Televizyon ahlakı gerçekte yozlaşmayı üretir ve iletir. Brezilya, Meksika ve Amerika’dan gelen diziler, toplumsal kuralları ihlal etmenin getirdiği acı çekmeyi ayinselleştirmekte, ayin gibi alışagelmiş pratik haline getirmektedirler. Gangsterlere, kızılderililere, katillere karşı güçsüz olan toplum, Süperman, Kahraman Kovboy, Örümcek Adam, Batman gibi kahramanları korur. Mitsel güçler tarafından çoğunlukla kötülerin kullandıkları aynı yöntemi kötülere karşı kullanarak çözümleme, popüler ürünlerin çoğunda egemendir. Tüm bu olagelenler, bireyler arası iletişimsizliği doğurmakta ve pasif tutumu beslemektedir. Kitle kültürü, bütün gelenek , görenek, zevk değerlerini devirir ve her türlü kültürel seviyeyi ortadan kaldırır. Her şeyi birbirine karıştırır ve homojenleşmiş bir kültür ortaya çıkar. Yüksek kültürün kavramsal zıddı kitle kültürü olarak alınır. Kitlelerin kültür; düzeyi düşük kültür; sayısal bakımdan çoğunluğun kültürü, genellikle kitle iletişimiyle iletilen kültürdür. “ Halk sanatı eğitilmemiş, kentleşmemiş ya da endüstrileşememiş kesimin sanatıdır. Halk sanatının özünü, birlikte algılamak ve birlikte yaratmak meydana getirir. Popüler sanat ise, kent işidir. Edilgenliği içinde toplu olarak tepki göstermeye eğilimlidir. Halk sanatında yaratıcılık ve tüketiciliğin birbirinden ayrılmamasına karşılık; popüler sanatta alıcı yalnızca tüketir. Okumuşların sanatı ise, yüksek sanattır; ciddidir, sorumludur, yaşamın sorunları ile güreşir, insan varlığının anlamını yakalamaya çalışır. Bu sanat, bizim yaşama biçimimizi eleştirir, bizi onu değiştirmeye zorlar. Ne halk sanatına benzer, ne de popüler sanata...” Sözü ve müziğiyle halkın zevkini, kültürünü, tarihini, coğrafyasını ve sosyal /ekonomik yapısını en belirgin ve en canlı biçimde yansıtan gerçek, bütün dünyada , folklor ve halk sanatıdır. Halk türküleri ve halk sanatı çoğunlukla eski geleneklerin yaşaya geldiği köylüler arasında yaratılır. Folklor ve halk sanatları; tarihin akışı ve anonimlik özelliği içinde ad konmadan bestelenen-yakılan- türkü, deyiş, halk dili, halk edebiyatı, giyim, elişi, halk inanışları, halk hekimliği, seyirlik oyunlar,görenekler, kır- köy- hayatı ve töresinin yarattığı çeşitli oyunlardan meydana gelir. Yarattığı değerleri tanımadan halkı tanımak mümkün değildir. Yeni kültürel yaratılar, evrensel verilerden yararlanmalı, ancak halk kültürünü de kaynak olarak kullanabilmelidir.

Halk türküleri ve halk oyunları yayılma sürecinde bir çok kereler değişebilir. Kimi zaman bu değişmelerle zenginleşebilir, ama kimi zaman da ucuzlayabilir, bayağılaşabilir ve iç bayıltıcı bir nitelik edinebilir. Bela Bartok Macar halk havalarını/ ezgilerini eklerden ve bozulmalardan sıyırıp onlara ilk biçimlerinin tazeliğini ve gücün vererek bir arıtma yolunu denemişti. Buna benzer bir şey bütün halk sanatlarına uygulanabilir. Yalnız unutmamak gerekir ki, değişik anlatım biçimleriyle ortaya çıkması halk sanatının niteliği gereği olduğu için, şu ya da bu biçimin, ilk biçim olduğunu söylemek olanaksızdır. Halk kültüründe ve sanatında yapılması gereken-Bartok’un büyük başarısı buydu- sonradan eklenen molozlardan kabalık ve kof duyguları ayıklamaktır. Popüler kültür kendi biçimlerinin çoğunu halk kültüründen alabilmektedir. Ancak halk kültürünü otantikliğiyle almayıp değiştirebilmekte hatta reddedebilmektedir. Popüler kültür satın alınan halk kültürü ise imal edilen bir kimliğe sahiptir.

Örneğin, geleneksel giyim kültüründen, yerel/ bölgesel mahalli motiflerden yola çıkarak giysi yaratılabilmekte, modayla “tüketilen/ satın alınan” kimliği kazandırılabilmektedir. Popüler kültür, halk kültürünü ve geleneksel kültürü yok etmiş, yok edemediğini de kitle kültürü şekline dönüştürmüştür. Alınan ve satılan mal haline sokmuştur. Ticarilik vasfı olmaksızın var olamayan bu kültürün üretiminde, estetik ölçü ortadan kalkmış, başarı ürünün muhtemel alıcıları sayısının hesaplanmasıyla ölçülmeye başlamıştır. Unutmamak gerekir ki, kültür yaşayan aktif bir süreçtir. Dışarıdan empoze edilemez. Kendi iç dinamiğindeki ögeleri kullanarak ve ön plana çıkarılarak geliştirilebilir/ zenginleştirilebilir. Dünya toplumlarının farklılıklarının belirleyici olan özellikleri; kültürü, tarihi, coğrafi konumu ve sosyal/ekonomik yapısıdır. Toplumdan topluma ayırt edici farklı nitelikler gösteren bir diğer özellik ise, “gelenek”tir. Gelenekler, yaşantılar yoluyla toplum tarafından biriktirilerek oluşturulan ve diğer kuşaklara da aktarılan alışkanlıklar ve/veya kökleşmiş manevi kültür ögeleridir. Bu kültür ögeleri kalıcı özellik gösterirken, değişen koşullar içinde başkalaşma da geçirebilmektedir. Bu durumda halk kültürel değerlerini koruyamamak ve yaşatamamak gibi bir problemle karşı karşıya kalabilmekte, bunun doğal bir sonucu olarak da kültür ögeleri / ürünleri koşulların zorlamasıyla unutulabilmekte ya da yozlaşabilmektedir.

Gelenek, görenekler kültür varlığının önemli ögesidir, insanlara ki olduğunu anlatır. Ancak , geleceğin ne olacağına yönelik katkısı yoktur. Bunun yanında geleneğin ögeleri, yeniden örgütlenerek, değişik pratik ve konumlarla eklemlenip, yeni çağdaş bir anlam ve çağa uygunluk kazanabilir. Batı toplumları, gelişmekte olan toplumlar için bir model oluşturmuşlardır. Bu uygulamalar yapılırken de , model alınan ülkelerin daha çok alt kültürleri benimsenmiş, Batı’nın uzun sürelerde kendi koşulları ve örgenliğiyle yarattığı “ sonuçlar” aynen alınırsa “Batılı” olunabileceği yanılgısı yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Ancak bilinmelidir ki, güvenilir ve uzun süreli çözümler, daha çok toplumun kendi yaratıcılığına bağlıdır. Geleneksel ve modern arasında “yerine geçme”, “ çatışma” ve “dışlama” biçiminde ilişki vardır. Modernist eserlerde kültür endüstrisinin içinde yer almaktadır. Dolayısıyla modernizmin temel misyonu, bir meta olmamak değildir. Ancak meta biçimine bir meta doyumu ve araçsallaşma sağlamayacak biçimde karşı çıkmaktadır.

Modernizmin ürünleri, kitle kültürü gibi , aynı kültürel bunalımın belirtileridir. Bu açıdan bakıldığında modernizm de “yeni” bir “çözüm” değildir. Popüler kültür ve kitle kültürü bir yandan her türlü sınırlamaları, toplumsal durgunluğu ve geleneği yıkarken, öte yandan ekonomik gücün aynı saldırısıyla, her şeyi paranın belirlediği ve yabancılaşmış bir toplumun ortaya çıkmasına ve toplumsal ilgisizlik ve yine kendisinin ortaya çıkardığı her türlü kültürel değerler potansiyelini yıkan bir toplumun oluşmasına neden olmakta, aynı şekilde psikolojik alanda bireysel gelişme aynı anda özgürleşen duygular ile yeni yeteneklerden ayrılamaz bir biçimde, derin bir yolunu şaşırma, güvensizlik, ürküntü ve umutsuzluk yaratmaktadır. Göz ardı edilmemesi gereken bir durum var ki, halk sahte bilince sahip olan, kendilerini etkisizleştiren , sistemle ilişkilerinde aldatılanlar topluluğu değildir ve böyle görülmemelidir. Ayrıca halkın çeşitli kesimlerinin cahilliklerinden ya da bilgisizliklerinden dolayı şu ya da bu şekilde dışarıdan yola getirilmeye muhtaç olduğu şeklinde bir yaklaşım, doğru ve kültürel bir çözüm değildir. Hiçbir şeyi değiştirmeden,mevcut olanı paylaşmadan başkaları adına yapılan her türlü “yüksek kültür, sanat”ısrarı bunlara sahip olmadıkları düşünülen kitleleri dışlamaktan, kendi çaresizliğine ve yalnızlığına mahkum etmekten öteye gitmemektedir. Çünkü halka ait olarak bilinen popüler kültür alanı aynı zamanda yozlaşmış, yabancılaşmış bir kültürel tabakanın , egemenliklerini, umarsızlıklarını pekiştirmek için üzerinde mücadele verdikleri ve kazanmak istedikleri bir alandır. Egemen sınıfların değer ve düşünceleri, popüler duygu ve düşüncelerin içinde eritilerek , popüler alanda direnme etkisizleştirilmek ve yaygınlaştırılmaktadır. Hem boyun eğme, hem de direnme çelişkisini yaşayan bu alan, doğru çözümlerle çözümlenmesi gereken çapraşık bir mücadele alanıdır. Artık ülkeleri askeri yolla işgal etmek gerekli değildir. Alt kültürlerin etkisi altında bulunan toplumlarda, amaçlarınızı uygulatabileceğiniz işbirlikçilerle dilediğiniz gibi yön verebilirsiniz topluma. Bunun adı kültür savaşıdır ve bu savaşta yitmemek, kaybetmemek ve kazanan taraf olmak, duyarlı ve umarlı entelektüel bireylere bağlıdır ve entelektüele büyük sorumluluklar düşmektedir. Entelektüel, kitlelere karşı sadece sempatik tutum yaklaşımıyla güç dengesini etkileyemez. Entelektüelin katkısı, fikir bahşişinden öteye gitmelidir. Üretici olarak, edebi üretim ilişkilerinde değişimi etkilemede mücadele etmelidir. Radikal entelektüel, sadece içerik ile uğraşmamalıdır. Aynı zamanda biçim sorununu anlamalı ve uğraşmalıdır. Entelektüel, ya kültür endüstrisinin kodlarını çözmeyi öğrenir ya da ona boyun eğer.

Bugün popüler kültürün elçisi olan ülkeler, hegemonyasındaki toplumları düşüncesizleştirmekte, duyarsızlaştırmakta, okumadan uzaklaştırmada, sosyal/kültürel ve ekonomik açıdan insanları eğlenme, yeme ve içme içine sokmaktadır. Oysa hayat sadece yemek ve içmekten ibaret olmayıp insanlık değerleri dizgesini de beraberinde yaşatabilmelidir.

Çoğu ülkeler bugün, ölçülü olunması gerektiğinin bilincindedirler. Ancak gelişmekte olan toplumları pazar olarak kullanıp, heveslendirmekte, tüketicilik yapısına sokmaktadır. Bireysel, kişisel, kültürel ve toplumsal kimliğin ancak abartılı, gösterişli ve para harcayarak kazanılabileceği sanısı yaratılmaya çalışılmaktadır. Böyle toplumlarda ise, insanlar marka aramaya başlamaktadırlar. Her şey var gösterilmekte, sonsuz bir bolluk rüzgarı estirilmekte ve hayali bir bolluk yaratılmaktadır. Ama toplum, gerçeği “hüzünlü” , “acılı”, şarkılarında/ türkülerinde, gecekondularda ve tüm bunların doğal sonucu olarak da arabeskliklerinde yaşamaktadır.

Popüler kültürün etkisi altında bulunan toplum, insanlıktan çıkarılmış,bağıntısı koparılmış, şizofrenik bir yapıdadır. Post bireyselliğe itilmiştir ve onun en üst sınırlarında yaşamaktadır.

Aynı içerik, bu kültürün müziğinde de egemendir. Popüler müzikte, müziksel öz aynıdır. Kimi zaman öz değişiyor gibi görünse de, değişen dış yapıdır. Popüler müzikte egemen olan özellik, tekrarlamadır. Bir ezgi baştan sona tek bir müziksel cümlenin tekrarlanmasıyla bile kurulabilmektedir. Ezgiler, birbirine benzemekte, bu endüstri tarafından birbirinin türdeşi olarak üretilmektedir. Bir önceki ezgi tutmuş ve beğenilmişse, yeni ezgide de aynı kalıpların kullanılması, aynı sonucu doğurmaktadır. Bu nedenle ezgiler birbirine benzemekte, benzetilmekte, birbirinin taklidi, en sonunda da “taklidin taklidi” olmaktan öteye gidememektedir. Popüler müzik, endüstriyel sistemdeki standartlaşmanın bir uzantısı ve görüntüsüdür. Müziğin üretiminde tekdüze, kalıplaşmış yöntem ve teknikler kullanılmakta, başka bir deyişle müzik, kalıplaşmış formüllere göre üretilmektedir.

Korkmaz Alemdar ve İrfan Erdoğan’ a göre; ciddi ve iyi bir müzik bu sakatlıktan acı çekmez. İyi , ciddi müzikte ayrıntı tümünü içerir ve bütün düşüncesiyle üretilir. Popüler müzikte; bu bütün –ayrıntı ilişkisi yanıltıcıdır. Ayrıntı, bütünü taşımaz ve bütün bir dış çerçeve olarak görünür. Örnek; Antonio Vivaldi’nin “Mevsimler Senfonisi”nin “İlkbahar” bölümü, Beethoven’in “6. Senfonisi” ne eklenirse, her iki eserde de anlam dramatik bir şekilde değişir. Çünkü eserdeki bölümler, birbirine kılavuzluk etmek için incelik ve ustalıkla yapılmıştır. Eserde anlam, bölümlerin/hareketlerin birbiriyle olan ilişkisine bağlıdır. Aynı şekilde; Büyük Rondo Formu’nun ( A B A C CODA/codetta ABA) biçiminde, Sonat Formu’nun ( A B CODA/ GELİŞME /A B coda/ CODA) biçiminde, Sonatin Formu’nun ise ( A B A B) biçiminde bir kuruluş formu varken, popüler müziklerde bu kadar zengin , dengeli ve teknik yapılanma görmek olanaksızdır. Popüler müzikte, ilk motiften sonra ezginin diğer kısımları tahmin edilebilmektedir. Oysa ciddi müzikte, biçimi tanımak , tümü anlamada sadece bir adım olmaktadır.

Popüler müzikte, işlenen tema saldırıdır. Tempo bunun üzerine kurulur. Diğer kişiyi hor görme, itme, kullanıp atma görünümleriyle dolu bu müzikte; hoşgörü,dayanışma ve insanlık değerleri reddedilir. Yine bu kültürün bir yansıması olan 900’lü hatlarla, pembe çerçeveler sunulmakta, hayali mutluluklarla beklenti içine sokulmaktadır.

Sermayenin ahlakı, parayla tarif edilmekte, para getiren/ kazandıran her şey doğru ve iyi olmaktadır. bu endüstriler tarafından üretilen kültürel ürünlere/ mallara kar elde edilebilecek bir şekil verilmektedir. Tüketici , bir sanat eseriyle doğrudan karşı karşıya olduğunu sanmakta, oysa tüketilenin ardında kendisi bile bir mal olarak sunulmaktadır.

Yozlaşmış sermaye tabakasının, iletişim araçları ve dedikodularla abartılarak ve çekicileştirilerek anlatıldığı, köşeyi dönme sevdası içinde olunduğu, köşeyi dönünce mutluluğun yaratılacağı aldatmacalarıyla yüklü “çarpık değişen” bir toplumda ise, arabesklik hiç de beklenmedik bir sonuç olmamaktadır. Bugün gelişmekte olan toplumlar; popüler kültürün egemenliği / tehlikesi altındadır. Bu durumun doğurduğu sorun ise, “kültürel kimlik bunalımıdır.” Kral Midas’ın dokunduğu her şeyi altına çevirdiği gibi, bugün popüler kültür ve ögeleri her şeyi “meta” ya çevirmektedir. Popüler kültürün popüler türküsü: Kendi imajında bir dünya yaratılmasıdır.

Yaratmaktadır da....

SONUÇ:

Sosyal/kültürel ve ekonomik çöküntülerin yaşandığı dönemlerde, gemilerinin batmaya başladığını hissedenler, “sanat”ı denize atmaya çalışmakta ya da allayıp-pullayıp “popülist sanatı” yaratma yoluna gitmektedirler. Bunu da “kazanç (kar)” temeline dayandırdığı “eğlenme” ya da şıkıdım şıkıdım “oynama” ile sağlamaktadırlar. Teknolojinin sağladığı olanaklarla kitaplar, resimler, kasetler, klikler, filmler... üreterek sanatı bir “afyon”a dönüştürmektedirler. Bu yolla insanların “güdü”leri kışkırtılarak, onları heyecanlandırmak, boşaltmak istemektedirler. İnsanları düşlerinin (özentilerinin) tutsağı haline getirmek için yoksul bir kızı milyonerle evlendirmek, güçsüz ve kör delikanlının dünyaya meydan okumasına ön ayak olmak, “bandıra bandıra ye beni” ile toplumun ahlak (ethik) değerlerini yok etmek, peri masallarını “çağdaş” laştırarak, toplumun gerçeklerden tamamen “arındırılma”sını sağlamaktadırlar. Böyle olunca da acılı yada acısız çiğ köfte yapmasını becerebilenler bile karşımıza “sanatçı” kimliği ile çıkma cesaretini gösterebilmektedirler.

Bugün bin atlı akınlarla köyden göç eden insanlar kent duvarlarına çarpmakta, Anadolu’nun içten gelen coşkunluğu yitip gitmekte, “kader-alınyazısı” ya da “tevekkül” sloganlarıyla dönüşü olmayan bir dünyanın “batsın”lığına gömülmektedirler. Birey, toplumun karşısında bir aracıdan yoksun olarak tek başına kalmakta, yabancılar arasında bir yabancı olmaktan öteye gidememektedir. Bu durum da “şaşkınlık” ve “arabesklik” yaratmaktadır. “Sadece bir müzik olayı olmayan” arabesk, kente göçen, kent ortamıyla uyum kuramamış, “kentsel yaşantıya katılama”mış olan kır kökenli nüfusun kültürüdür. “Kırdaki geleneksel ortamı kente” taşıyan nüfusun, “kırsal değerlerini bırakmamasının” nedeni de uyumsuzluktur. “Doğu motifli”, “kuralsız” ve “söz ağırlıklı” olan arabesk müzik, “kentli kültürüne sırt çevirmeye, düşmanlık beslemeye” başlaya nüfusun, “kentte çekilen bu sıkıntıları, bu bunalımı, bu uyum kuramama olgusunu dile getirmek haykırmak, boşalmak... gereksinimini” sağlayan bir “yığın kültürü’dür”. Oluşturulmaya çalışılan “sanat”la (!) ilgili ürünlerin sömürücülüğü, vahşi niteliği ve insan-dışı özü artık iyice biliniyor. Gerçek sanatın da görevi/iş evi, insan, toplum ve kültür sorunları ile ilgilenmek ve onları evrensel değerlerle buluşturmak olarak karşımıza çıkıyor.

Toplumun yozlaştığını, çürüdüğünü yazan, çizen, söyleyen sanatçılar haklıdırlar. Ama daha büyük bir haklılık vardır ki, o da yıkımın/yozlaşmanın/yabancılaşmanın önlenebileceğini gösteren yapıtlar sergilemeleridir.  Çürüyen bir toplumda sanat doğru sözlüyse çürümeyi de yansıtmak zorundadır ve toplumsal görevinden kaçmadığı sürece sanat, dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardım etmelidir. Ama özlenen sanat, bireyin, toplumsal yapısına dönmesini sağlayan bir yol olarak görülmedikçe, insanın alınyazısındaki acılar ve yıkımlar karşısında yaşamla uyumunu çözemedikçe/sağlayamadıkça, bir türlü yaratılamamaktadır.

Televizyon kanallarındaki “günübirlik” şarkıcıların, kartpostalları karalayıp kopya eden ressamların, sıradan bir şeyler yazıp sonra da yüklüce paralar ödeyerek onları “kitapçık” haline getiren yazarların “sanatçı” kapsamına alındığı ve gerekli gereksiz her yerde “biz sanatçılar” diye söze başlanıldığı bir toplumda, neyin”sanat” olduğu, kimin “sanatçı” olduğu belirlenmeli, tozlaşmanın yaşanıldığı defalarca söylenmeli, “doğru”, belleklere yerleştirilmelidir.  Günümüzde içi boşalmış bir kavram kimliği olan “sanat” kelimesi, öyle ortalarda yuvarlanıp duruyor ki, giderek, gerçek sanatçılar tarafından kullanılmıyor. Cahit Külebi’nin de dediği gibi, “dansözlerin, telekızların kendilerine “sanatçı” dedikleri bir ülkede, bana “sanatçı” demeyin. Ben sanatçı değilim, ben şairim”

Gittikçe artan barbarlığa karşı tek dayanağımız, dostumuz var:SANAT.

Sözü, Paul Grillo’nun sanata çağrısıyla tamamlamak daha da anlam kazandıracaktır söylemimize:

İnsanın omuzlarında ara sıra oluşacak kanatçıklarla cennete doğru yükseldiğini sanması sanat değildir. Böyle bir duyguya kapıldığın olursa kanatçıkları hemen kesip atmalı, ayağını yere basmalısın. Bu türden iniş ve çıkışlar sonunda sanatın ne’liğini (doğasını) kavrayıp sanatçı olabilirsin. Hayat boyu sürecek görkemli serüvende hiçbir tanrıya kul-köle olmadan, her tanrıya şükran borcu duyacaksın sanata kattıkları coşkudan, aydınlıktan dolayı. Ustalık derecesini, deneme yanılma yoluyla kazanmaya çalışmalısın. Sanatçı olarak, ellerinle gözlerinden –ve de tabii aklından- başka araçlara gerek yoktur. Beethoven, Papanini. Heifetz ve de Picasso gibi büyük sanatçılar, çok çalışıp en çok üreten el-kol işçileri olarak tanınmışlardır. Sanatın gramerini, ölçü ve ölçekleriyle; arpeccio’larını tek tek ses, renk ve çizgilerini üretmekle sanatçı olunur, gerisi boş laftır.”









Yazıyı Tavsiye Et

Yorumlar


Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.

Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.