ISSN: 1301 - 3971
Yıl: 18      Sayı: 1930
Şu an 29 müzisyen gazete okuyor
Müzik ON OFF

Günün Mesajları


♪ Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anarken, ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını en coşkun ifadelerle kutluyoruz.
Mavi Nota - 28.10.2023


♪ Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri Müzik Bölümlerinin Eğitim Programları Sorunları
Gülşah Sargın Kaptaş - 28.10.2023


♪ GEÇMİŞ OLSUN TÜRKİYE!
Mavi Nota - 07.02.2023


♪ 30 yıl sonra karşılaşmak çok güzel Kurtuluş, teveccüh etmişsin çok teşekkür ederim. Nerelerdesin? Bilgi verirsen sevinirim, selamlar, sevgiler.
M.Semih Baylan - 08.01.2023


♪ Değerli Müfit hocama en içten sevgi saygılarımı iletin lütfen .Üniversite yıllarımda özel radyo yayıncılığı yaptım.1994 yılında derginin bu daldaki ödülüne layık görülmüştüm evde yıllar sonra plaketi buldum hadi bir internetten arayayım dediğimde ikinci büyük şoku yaşadım 1994 de verdiği ödülü değerli hocam arşivinde fotoğraf larımız ile yayınlamaya devam ediyor.ne büyük bir emek emeği geçen herkese en derin saygılarımı sunarım.Ne olur hocamın ellerinden benim için öpün.
Kurtuluş Çelebi - 07.01.2023


♪ 18. yılımız kutlu olsun
Mavi Nota - 23.11.2022


♪ Biliyorum Cüneyt bey, yazımda da böyle bir şey demedim zaten.
editör - 20.11.2022


♪ sayın müfit bey bilgilerinizi kontrol edi 6440 sayılı cso kurulrş kanununda 4 b diye bir tanım yoktur
CÜNEYT BALKIZ - 14.11.2022


♪ Sayın Cüneyt Balkız, yazımda öncelikle bütün 4B’li sanatçıların kadroya alınmaları hususunu önemle belirtirken, bundan sonra orkestraları 6940 sayılı CSO kanunu kapsamında, DOB ve DT’de kendi kuruluş yasasına, diğer toplulukların da kendi yönetmeliklerine göre alımların gerçekleştirilmesi konusuna da önemle dikkat çektim!
editör - 13.11.2022


♪ 4bliler kadro bekliyor başlıklı yazınızda sanki 4 bliler devre dışı bırakılmış gibi izlenim doğuyor obür kamu kurulrşlarında olduğu gibi kayıtsız şartsız kadroya geçecekler yıllardır sanat kurumlarımızı sırtlayan bu sanatçılarımıza sınav istemek yapılacak en büyük kötülüktür bilginize
CÜNEYT BALKIZ - 12.11.2022


Tüm Mesajlar

Anket


DOB, DT ve GSGM'de 4B kadrosunda çalışanların 4A kadrosuna alınmaları için;

Sonuçları Gör

Geçmişteki Anketler

Tavsiye Et




Tavsiye etmek için sisteme girmeniz gerekmektedir.

Destekleyenlerimiz






 

Yazılar


Kapitalızm, Kriz ve Sadaka Kültürünün Temelleri (4. Bölüm)Sayı: 717 - 05.02.2009


İngiliz stratejist Robert Cooper, feodalitenin yıkılması üzerine kurulan modern sistemin ulus devletlerden oluşmakla beraber BM’nin özellikle veto yetkisi olan büyük devletlerin çıkarlarını koruyan bir araç haline geldiğini belirtmektedir.

Modern Avrupa Roma anlaşması ve Avrupa Konvensiyonel Güçler Anlaşması (CFE) ile doğan AB Cooper’a göre postmodern sistemin en gelişmiş örneği. Kapitalist sistemin küresel boyutta yaygınlık kazanmasıyla dünya ekonomisini yönetmek üzere IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi kuruluşlar oluşturulmuştu. Supranasyonel (ulusların üstünde) değil ancak transnasyon (uluslar arasında geçiş sağlayan) bir özelliği vardı. IMF ve OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) ise ekonomik denetleme sisteminin başında yer alan postmodern kuruluşlardır.  

Francis Fukuyama devletlerin yeniden yapılandırılması gerektiğini öne sürmüş ve bu görevin ABD’ye düştüğünü ifade etmişti. Bir süre sonra ABD’nin küresel soygununun içyüzü ortaya çıktığında sosyal demokratik kapitalizminden sonra liberalizm ile muhafazakârlığın bir sentezi olarak gelişen yeni sağcı akımının felsefesinin daha küçük ve yoksul devletleri küresel baskı ve şiddet zoruyla hizaya sokmak demek olduğu anlaşılacaktı. Ulus devleti savunur görünseler de neoconlara göre devletler küçültülecek hatta elverirse eritilecekti. İMF, Dünya Bankası gibi küresel kuruluşlar vasıtasıyla ulus devlet ve ekonomilerin güçleri zayıflatılmaktadır aslında. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Paris’te toplanan konferansta ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson’un teklifiyle ve “Dört Büyükler” olarak adlandırılan ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın kararıyla BM’nin temeli sayılan Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam)  kurulmuştu. Emperyalist paylaşım anlaşması niteliği taşıyan Versailles Barış Antlaşması ise 2.Dünya Savaşı’nın zeminini hazırlayan anlaşma olarak kabul ediliyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen çok uluslu sistem post modernin hegemonyası olarak görülebilir. Bu sistem Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve İMF (uluslar arası Para Fonu) tarafından yönetilmektedir.

Güçlü devlet döneminin (1648’den 1989’a) bitmiş olmasından sonra post modern çağın 1989’da başladığını ifade eden Robert Cooper’a göre Batı Avrupa’da hiçbiri tam olarak kontrolü elinde tutmayan hükümetler, uluslar arası kurumlarla özel sektörün rolleri ve sorumluluklarının giderek üst üste bindiği bir sisteme doğru gidilmesindendi. (The Breaking of Nations: Order and Chaos in The Twenty-First Century - Ulus Devletin Çöküşü: 21.Yy’da Kaos ve Düzen, Türkçesi Berrin Karahan, Güncel Yayıncılık, 2005).

Samir Amin yeni emperyalist küreselleşme modelini önceki küreselleşme modelinden de daha acımasız olarak nitelendirerek ABD, Batı Avrupa ve Japonya üçlüsünün emperyalizmi olarak “kolektif emperyalizm” biçiminde adlandırmaktaydı. ABD önderliği ve şemsiyesi altında oluşan emperyalist blokta önceki dönemde her bir tekil sömürgeci-emperyalist gücün (metropolün) doğrudan sömürgesi olan ülkeler de kolektif emperyalizmin kolektif sömürgesi haline getirilmek istenmekteydi. 1945 ve 1968 arasındaki dönem ulus devlet yapısının 3.dünya ülkelerine taşınmasıyla beraber 66 ülke daha sömürge yönetimlerinden bağımsızlığını kazanmış görünüyordu fakat Cooper’a göre Batılı sömürge imparatorluklarının günümüzde de örneğin Kuveyt’i işgal eden Saddam Hüseyin’in girişiminin tehdit olarak algılanmasında olduğu gibi eski sömürgelerini hala kendi mülkleri olarak gördüğünü göstermiştir. Geniş siyasi ve kültürel örgütler ve devletlerin oluşturduğu bir tekelci ortam olan dünya ekonomileri sistemini Wallerstein’a göre kapitalist sistem ve işçi sınıfı ile burjuvazinin ilişkileri belirlemekteydi.

Amerikalı yazar Robert J.C. Young 1994’teki "Egypt in America: Black Athena and Colonial Discourse (Amerika’daki Mısır: Siyah Atina, Irkçılık ve Sömürge Söylemi)" adlı metinde de “sömürge söylem çözümlemesi, edebi ve kültürel kuram içerisinde akademik bir alt-disiplin olarak Edward Said’in ‘Oryantalizm’ kitabıyla başlatılmıştı” demektedir. İngiliz sosyolog Robert Miles ise kapitalizm ile ırkçılığı çözümlemede çağdaş kapitalist devletin yapısını merkeze koymanın zorunlu olduğunu vurgular ve 18 ve 20.Yy arasında Avrupalıların sömürgeleştirme faaliyetlerinin askeri, stratejik ve ekonomik güdülerle harekete geçtiğini belirtmektedir. İlk sermaye birikimi Afrikalıların öteki ve aşağı tür varsayımı temelinde gerçekleştirilmişti. İşgücünü ücret karşılığında satmaya zorlamak için nüfusu üretim araçlarından yoksun bırakma süreci kapitalist üretim tarzına dönüşümün genel özelliğidir ve zorunlu olarak zorlamanın çeşitli biçimlerine dayanır. Fakat Marks’ın işaret ettiği gibi her zaman tarihsel olarak özgül bir biçim alır (Derleyen: Işıtan Gündüz, Milliyetçilik Üzerine Ulussuz Devletler Devletsiz Uluslar, Nesnel Yayınlar, 2008).

Yeni dünyanın yeni güvenlik sisteminin temeli teknoloji ve korkulara dayanmaktadır. Batılılar uyuşturucu, salgın, mülteciler vs. sorun olan bölgeleri hem kanunsuzluk ve suça teşvik eden kaos bölgeleri hem de çıkarlarına bir tehdit olarak değerlendirmekte. İmparatorluklar çağı, ulus devlet ve soğuk savaş gibi eski düzen döneminin ardından BM’nin aktif olarak devreye girişiyle post modern devletler ve birinci körfez savaşıyla YDD kavramı gelişmişti. Bu kavramı ilk dile getiren George W. Bush‘tur.

Emre Kongar 13 Ekim 2006 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Ortadoğu’da ABD’den bağımsız bir politika yürütmek olanaksızlaştı” diyordu. Bill Clinton’la başlayan Preemptive preeminence (önleyici vuruş) politikası dünyanın herhangi bir yerine her an askeri müdahale etmesinin gerekçesini oluşturmaktaydı. Ancak günümüzde Clinton’un ekonomik danışmanlığını yapmış olan Joseph Stiglitz’in bile kabul ederek 2002’de yayınlanan kitabına da adını verdiği gibi “Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı” yaratmıştı.

ABD eski devlet başkanlarından James Monroe 2 Aralık 1823’te İngiltere dışındaki ülkeleri Güney Amerika’dan uzak durması için uyararak ABD’nin arka bahçesi kabul ettiğini bütün dünya’ya ifşa etmişti. Latin Amerika’da günümüzde nüfusun yüzde 46’sı yani 200 milyon insan yoksulluk içinde yaşamakta. 1980’den 1990’lı yılların ortalarına kadar (1991-1994) reel ücretler Arjantin’de yüzde 14, Uruguay’da yüzde 21, Venezüella’da yüzde 53, Ekvador’da yüzde 68 ve Bolivya’da yüzde 73 oranında düşmüştür. James Petras "Bugün çok kutuplu bir dünya düzeni var. Kutuplardan biri ABD, diğeri Iraklı, Afganistanlı, Latin Amerikalı insanların hareketleri, yani devletler artık tek güç unsuru değil" diyordu.  Latin Amerika’daki genelindeki Bolivarcı devrim çizgisindeki gelişmeler Monroe Doktrini’nin artık ülke ülke iflas ettiğinin işaretini vermektedir.

Arjantin’de “kirli savaş” olarak adlandırılan askeri diktatörlük döneminin ardından iktidara gelen peronist hükümetler toplumsal hareketleri ancak ılımlı tedbirlerle yatıştırabilmişti. Arjantin’de geniş halk desteğiyle iktidara gelen Eduardo Duhaldo ile Néstor Kirchner hükümetinden sonra son olarak Cristina Fernández de Kirchner hükümeti de İMY’ye bağımlı politikalara çark edince kitle desteğini tamamen kaybetmiştir. Arjantin’de muhalif hareketler polis gücü, medya desteği, sadakalar ve yardımlarla kontrol edilmeye çalışılmakta.

Uruguay ve Ekvador’da sosyalist başkanlar görevdedir. Arjantin ve Brezilya’dan bütün Güney Amerika’ya yayılan kriz 2002’de Uruguay’ı da vurmuştu. IMF politikalarıyla tetiklenen ve nüfusun üçte birini yoksulluk sınırının altına iten krizin çözümünü yine IMF kredilerinde arayan önceki hükümet seçimleri kaybedince eski bir gerilla lideri olan Tabare Vazquez Uruguay’da seçilen ilk sosyalist devlet başkanı oldu. Ekvador’da devlet başkanı seçilen sosyalist ekonomist Rafael Correa ise 21.Yy sosyalizmi olarak devlete merkezci rol veren, yabancı üsleri kapatan kararları içeren bir anayasa paketi hazırlamıştı.

Bolivya’da MAS (Sosyalist Hareket)  lideri Eva Morales 2005’te ilk seçilen yerli devlet başkanı oldu. Bolivya’da yerli halk anayasal olarak haklarının artmasını, refahın adaletli dağıtımını ve başta enerji kaynakları olmak üzere bütün doğal kaynakların kamulaştırılarak halk tarafından denetlenmesini istemektedir. Köylüler, yerliler, öğrenciler ve çeşitli sol fraksiyonların oluşturduğu kesim siyasal modelin iflas ettiğini düşünüyor ve La Paz’da doğalgaz yataklarının bulunduğu zengin maden bölgesinin nimetlerinden yararlanan çoğu Avrupa kökenli kodamanların özerklik istemesine karşılık serbest piyasa ekonomisinin ve neo liberal uygulamaların halkı yoksullaştırdığını, bir avuç seçkini zenginleştirdiğini ancak yerlileri fakirleştirdiğini savunuyorlar. 

Venezüella’da 1999’da seçilen MVR (Movimiento Quinta República) lideri Hugo Rafael Chávez Frías partisinin seçim zaferinden sonra 2004’te ABD ve neoliberal politikalara karşı “antiemperyalist” ve “21.Yy Sosyalizmi” ne bağlılığını ilan etmişti. İletişim sektörü devlet tarafından kontrol altına alınan Venezüella’da Toprak Yasası ile köylülere,  kamulaştırılan şirketlerde işçilere ve eğitim ve sağlık alanında alt sınıflara öncelik veren uygulamalar başlatıldı. 2006 tarihindeki seçimden de zaferle çıkan Chavistalar 2007’de doğrudan katılım ve halk meclislerini içeren neoliberalizme karşı somut bir alternatif model devreye sokmaya karar verdi.

Burjuva medyanın bilgisayar ve cep telefonu üzerinden yürütmeye çalıştığı sinsi kapitalist propagandaya karşın emperyalistler karşısında Kübalılar dünyanın ezilen tüm uluslarına sosyalist umudu ve inancı aşılamakta. Kırk yıllık ABD ambargosuna rağmen küresel kriz ve Bush’a yöneltilen eleştirilerinde hız kesmeyen Fidel Castro, 28 Mart 2007’de ABD Başkanı George W. Bush’un gıda maddelerinin yakıta dönüştürülmesi fikrine destek vermesi üzerine, Küba Komünist Partisi yayın organı Granma gazetesinde yayımlanan bir makalede “biyoyakıtların açlığa neden olacağı” uyarısında bulunarak Bush’a cevaben yazdığı mektupta “Dünyada üç milyardan fazla insan açlık ve susuzluktan dolayı erken yaşta hayatını kaybetmeye mahkûm edilmiştir. Besin maddelerinin yakıta dönüştürülmesi şeklindeki uğursuz fikrin, ABD’nin dış politikadaki ekonomik bir eğilimi olduğu, 26 Mart’ta netleştirildi” diyordu.

Şili’de 11 Eylül 1973’te Amerikan destekli darbeyle Pinochet cuntası tarafından devrilen Salvador Allende’nin son konuşmasının sözleri sanki unutulmamış gibi. Allende “inanın ki er ya da geç özgür insanların yürüyeceği o geniş caddeler daha güzel bir toplum kurmak için açılacak” diyordu. Şili’de devlet başkanlığında şimdi 17 yıl hüküm süren diktatör Pinochet’in hapishanelerinde yaşamını yitirmiş bir militanın kızı olan Michelle Bachelet var. Sosyalist aday Bachelet seçimi halkın oylarının yarıdan fazlasını alarak kazanmıştır.  

Brezilya’da halk devrimini amaçlayan 1947’da yasaklanmış olan Sovyet yanlısı Komünist Partisi (Parti Communiste du Brésil - PCB) liderliğindeki güçbirliği emperyalist ve yarı feodal ülke ittifakına karşı muhalif bir cephe oluşturmaktaydı. Fakat sendika, öğrenci örgütleri ve örgütlü sol güçbirliği ile bütün sol fraksiyonlar ABD desteğindeki askeri darbeyle bastırılmıştı. Askeri rejim altında dış borçlar hızla yükselmiş, GSMH düşmüş ve gelir dağılımı bozukluğu ile refah eşitsizliği ortaya çıkmıştı. 1970’lerde petrol krizleri ve enflasyonla beraber yeniden canlanan kitlesel direniş hareketleri ile rejimin meşruiyeti yeniden sorgulanmaya başlamış ve siyasal liberalizm sürecini başlatarak konumunu güvence altına almaya çalışan askeri rejim ikinci petrol şokuyla ekonomik krizden ötekine sürüklenince egemen sınıfların da güvenini yitirmişti. 1978’de metal işçilerinin grevi sendika lideri Luiz Inácio Lula da Silva’ya yaramıştır. Orta sınıf ve işçi sendikaları arasında bir parti kurma fikri ortaya atılınca 1980’de populizm, yolsuzluk ve kayırmacılık gibi geleneksel hastalıkların gölgesinde Luna başlanlığındaki PT (Brezilya İşçi Partisi) kurulmuş, Partido dos Trabalhadores lideri Luna ülkenin yoksul kesimlerinin de oylarını alarak 2002’de başkanlığa seçilmişti.  İktidarda bulunduğu süre içinde kitlesel merkezi bir ulusal parti çizgisi izleyen Luna ekonomik istikrarı sağlamanın yanı sıra, yoksulluğa karşı giriştiği Fome Zero (Sıfır Açlık) kampanyasında da büyük bir başarı kazandı. Ancak 2002 ve 2006’daki seçimlerde yakaladığı başarıya rağmen radikal ekonomik ve sosyal dönüşümlere yanaşmayan Luna popülist sosyal demokratik uygulamalarla bazı grupların özel çıkarlarına hizmet etmeyi yeğleyince kitle desteğini de hızla yitirdi. İşsizlik, düşük ücretler, gelir dağılımı dengesizliği, vaat ettiği toprak reformuna yanaşmaması ve neo liberal politikaları sürdürmesi sosyalistleri;  Birleşik Sosyalist İşçi Partisi (PTSU) ve İşçi Platformu PSO’yu Luna’ya karşı konumlandırmıştır. Rüşvet ve yolsuzluk skandalları ve hâkim sınıfların etkisiyle değişime izin vermeyen ve giderek İMF’ye bağımlı sağcı bir parti haline gelen Lula ve neoliberal Cardoso’nun PT rejimine karşı James Petras’ın da belirttiği gibi özellikle bütün dünyada ilgiyle izlenen Topraksızlar Hareketi (MST)’nin faaliyetleri artarak sürüyor.

Meksika’dan ABD’ye yayılan göçmen işgücü akımı ve kayıt dışılık ABD için gelecekte büyük bir tehlike olarak kabul edilmektedir. İhracatının yüzde 85’i ithalatının yarıdan fazlası ABD ile olan NAFTA üyesi Meksika’da bile neoliberal kimlik 2006’daki seçimlerden sonra neoliberal reformlarla beraber artan yoksulluk sebebiyle ciddi biçimde sorgulanmaya başlamıştır. Meksika’da merkez sağ eksenli D.L.Raby’nin deyişiyle “liberal ve muhafazakâr açık seçim yolsuzluklarıyla korunduğu” iki partili otoriter ve militarist egemen sisteme karşı kitlesel hareketler ve toplumsal aktörler daha belirgin ortaya çıktı. Muhafazakâr ve ABD yanlısı Milli Hareket Partisi (PAN) ile Kurumsal Devrim Partisi (PRI) karşısında, Andrés Manuel López Obrador liderliğindeki PRD (Demokratik Devrim Partisi), "la otra campaña" (öteki kampanya) diye adlandırılan aşağıdan-yukarıya demokratik yapılar ve ittifaklar inşa etmeyi amaçlayan ve sözcüsü Subcomandante Insurgente Marcos olan EZLN (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu) ve doğrudan demokrasi ile temsili hedefleyen APPO (Oaxaca Halk Meclisi) yer almaktadır. 2003’te Porto Alegre’de ve 2007’de Nairobi’de Dünya Sosyal Forumu’nda bir araya gelen alternatif küreselleşme hareketi yanlılarının “Başka Bir Dünya Mümkün” sloganıyla EZLN yerli halkın desteklediği etkili bir toplumsal harekete dönüştü. Bu üç sosyo-politik hareket 2006’daki hayli tartışmalı ve çekişmeli başkanlık seçimlerinden sonra görevi devralan Milli Hareket Partisi’nin (PAN) temsilcisi Felipe de Jesús Calderón Hinojosa’nın neoliberal politikalarına karşı etkili bir cephe oluşturmaktadır.

Arjantin’deki Piqueteros (İşsizler), Brezilya’daki MST (Topraksız Köylü Hareketi), MTST (Evsiz İşçiler Hareketi), Bolivya’daki, Uruguay’daki ve Güney Afrika’daki suyun özelleştirmesine karşı hareketlerde olduğu gibi ekonomik ve sosyal taleplerle dile getirilen tepkilerin de örnek olmalarıyla hızla kitlesel eylemlere dönüştükleri gözlenmekte. Gerardo Rénique (Meksika) “Kapitalizmin üzerindeki hayalet bugün Latin Amerika’yı dolaşıyor. Bölgede halen devam eden sosyo-politik başkaldırılar küresel sermayenin ve neoliberal ideolojinin hegemonyasını tehdit ediyor” diyor (Latin Amerika’yı Anlamak Neoliberalizm Direniş ve Sol, Hazırlayan Aylin Topal, Yordam Kitap, 2008). Wallerstein özellikle Güney Afrika, Brezilya ve Meksika’da gelişecek
sol toplumsal hareketleri dünya çapındaki mücadeleler üzerinde büyük bir etkisi olacak olan politik bir kavşak olarak görmektedir. Wallerstein’e göre Güney Afrika’daki hareketler ve Latin Amerika’daki sol dalga hem neoliberal politikalara karşı yükselen direnişlerin hem dünyanın geleceğini de belirleyecekti.  

Mıles devletin kapitalist üretim tarzının ve ulusun yaratılmasında ve yeniden üretilmesinde hala esas olduğunu belirtmekte. Harry Samuel Magdoff  "emperyalizmin ortadan kaldırılması, kapitalizmin yıkılmasını gerektirir" demekte. “Kapitalizmle demokrasi bağdaşmaz” diyen Ellen Meiksins Wood ise kapitalizmin ulus devlet üstünde yürüyen bir döngü ve ulusal ekonominin de küresel sistemin vazgeçilmezi olduğunu belirtmektedir. Avrupa komünizmini sosyalizme geçişte burjuva demokratik biçimlerin genişletilmesi ile sınıflar arası halk ittifakı şeklindeki bir doktrin olarak tanımlayan Wood, “The Retreat from Class (Sınıftan Kaçış)” adlı kitapta kapitalizmden kurtulmak için mücadelenin ulusal ölçekli bağımsız bir ekonomi ve ulus-devlet temelinde de yürütülmesini öneriyor.

Montserrat Guibernau ulus’u ortak bir kültürü paylaşan, sınırları tartışmaya yer bırakmayacak biçim ve belirlenmiş toprağa bağlı olan ve ortak bir gelecek projesi ile kendini yönetme hakkı iddiasıyla topluluk oluşturma bilincine sahip bir insan grubu olarak tanımlıyordu. Kapitalist üretim tarzı ve ulusal devlet sosyal olarak oluşturulmuştu. Ulus devletlere bölünen dünyada bu devletleri yöneten sınıfların ekonomik ve politik çıkarları bir diğerininkine tehdit sayılmaktadır. Devlet şiddet araçlarının meşru olarak kullanılmasını kontrol eder. İç ve dış egemenliği elinde bulunduran devletin ordu ve polis gibi yasal sisteme ait kurumları ulus sınırlarının korunması kadar sınıf çatışmasında da devreye girmektedir. Ancak Guibernau ulus devlet yapısının Nijerya ve Kenya gibi ülkelerde ise günümüzde de süregelen etnik çekişmeleri ve iç savaşları da ön plana çıkardığını ifade etmektedir.

18.Yy insanlık tarihinin en büyük sosyal değişimlerinin sergilendiği çağdır. Eric J.Hobsbawm toplumsal araştırmanın çok üstün örneklerinden biri olarak anılmaya değer dediği Engels’in “Die Lage der arbeitenden Klasse in England (İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu)” adlı 1845’te kaleme aldığı kitaba ilişkin yazdığı sunuda proletarya sorununun yerel ya da ulusal değil, açıkça uluslararası bir sorun olduğunun altını da çizer. Özellikle buhar gücü ve yeni makinecilik (maşinizm), kömürün yakıt olarak demir çelik üretiminde kullanılması, manüfaktürü modern büyük sanayi durumuna dönüştürmüştür. İşçi sınıfının ortaya çıkmaya başladığı 19.Yy ortalarında yazdığı Anti-Dühring’te Engels “Buhar ve yeni makinecilik (maşinizm), manüfaktürü modern büyük sanayi durumuna dönüştürdü ve böylece burjuva toplumun tüm temelini altüst etti” diyordu (1878). Kırlardan kentlere akın eden işgücü emeğin değerinin düşmesine, emek arzının bolluğuna ve çalışma koşullarının bozulmasına yol açmıştı. Louis René Villermé 1840’ta yazdığı “Tableau de 'Etat Physique et Moral des Ouvriers employés dans les Manufactures de Coton, de Laine et de Soie” adlı kitapta Fransa’daki 20 saatlik çalışmaları karşılığında kazandıkları düşük ücretlerle sefalete sürüklenen erkek, kadın, hatta çocuk yaşta emekçilerin hazin durumunu dile getirmişti. Eski manifaktür büyük sanayiye dönüştükten sonra düşük maliyet ve yüksek kâr içeren çok kötü çalışma koşulları yeni üretim güçleri ve sosyal sınıflar arasındaki çatışmayı da körüklemiştir. Yedek sanayi ve rekabet yasası ile arzın talebi aşması, aşırı-üretim, pazarların tıkanması, her on yılda bir bunalımlar ortaya çıkarmaya başlamıştı.

Karl Marks “Gotha Programının Eleştirisi”nde (1875) sosyalist devrim, proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden komünizme geçiş dönemi, komünist toplumun iki evresi, sosyalizmde toplumsal ürünün üretimi ve dağıtımı ve komünizmin bellibaşlı özellikleri, proleter enternasyonalizmi ve işçi sınıfı partisi gibi, bilimsel komünizmin bellibaşlı konularına ilişkin birçok düşünceleri formüle etmişti:

"Emek bütün zenginliğin ve bütün kültürün kaynağıdır, işe yararlı emek, ancak toplum içinde ve toplum tarafından meydana getirildiği için, emeğin geliri, tümüyle, eşit hakla, toplumun bütün üyelerine aittir. Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!”

“Modern Sömürgecilik Teorisi”nde ise “halk yığınlarının topraktan mülksüzleştirilmesinin, kapitalist üretim tarzının temelini oluşturduğunu görmüş bulunuyoruz” diyerek şunları ekler “Kapitalist üretimin büyük güzelliği şuradadır: yalnız ücretli işçiyi durmadan ücretli işçi olarak yeniden-üretmekle kalmaz, aynı zamanda, sermaye birikimiyle orantılı olarak daima bir nispi ücretli işçi artı-nüfusunu da üretir. Emekçi artı-nüfus, birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, artı-nüfus, her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu oluşturur” (Kapital Cilt 1). Kapitalizmin gelişmesi, üretim araçlarından yararlanamayan, işgücünü ücretle takas etmek zorunda kalan bir sınıf ve üretim araçlarını elinde toplayan işgücü arayan sınıf yaratmak için aktif mülksüzleştirme ve zenginliğin bir yerde toplanması sürecine dayanmaktadır.  Marksist tarihçi ve yazar Eric J.Hobsbawm’a göre ulusçuluk burjuvazinin sadece bir toplum yaratma düşü değil sermaye birikimi ve proterleştirme süreçlerinin içinde gerçekleşebileceği coğrafi sınırları yaratma anlamında da bir birleşme ideolojisiydi.   Hobsbawm ulus devletin oluşumunda kültürel olarak farklı nüfusları genişleyen bölgesel sınırlar yaratmak kadar her zaman kuvvet kullanımının var olduğunu savunmakta ve bu katma işlemini haklı göstermek için tarihe dayanan efsane ve geleneklerin aktif olarak yaratıldığını belirtmektedir.

18. Yy sonlarında liberal düşüncenin egemen olduğu modern ulus devletin kuruluşuna ön ayak olan düşünce biçimi merkantilizmdi. İhracatı ve dış ticareti teşvik eden merkantilizm iktisadi milliyetçiliğin temeliydi. Ev ekonomisinin yaygın olduğu merkezi devlete geçiş döneminde etkili olan merkantilizm ticareti ekonomik düzenin esası kabul ederdi. Pazar kavramını geliştiren merkantilistler ulusların zenginliğini sahip olduğu değerli madenlerin miktarı ile ölçerek yeni sömürge yoluyla değerli maden girişinin artmasını savunmuştu.

Ticari kapitalizminin gelişmesiyle beraber emek-sermaye arasındaki çelişki de keskinleşmiştir. İşgücü tamamen ücret karşılığı alınıp satılabilen bir metaya dönüşerek giderek Engels’in belirttiği gibi büyük sanayi maşinizmi, işçiyi makine düzeyinden bir makinenin yalın bir yardımcı parçası düzeyine düşürmüştür: "Bir ve aynı aleti yaşam boyu kullanmanın verdiği uzmanlık, şimdi bir ve aynı makineye yaşam boyu hizmet etmenin verdiği uzmanlık durumuna gelir. Makine işçiyi, ta çocukluğundan başlayarak, parça-makinenin bir parçası durumuna sokmak amacıyla kötüye kullanmıştır”. İşçi hareketlerinin ortaya çıkışındaki etken feodalite sonrası sanayileşmenin farklı bir kölelik düzenini dayatmasıydı. Kapitalizm emekçiler için başlı başına bir kriz kaynağı idi. Devlet müdahalesini savunan görüşlerin temelinde ise kapitalist sistemin değişimi yerine krizin ötelenmesi yatıyordu.

Klasik ve liberal iktisatçıların tutumundaki yumuşamayla reformist görüşlerin hareket noktasındaki temelde sanayi kapitalizmiyle makineleşmenin toplumsal refah düzeyindeki tahribi ve yarattığı kitlesel sefalet yatmaktadır. İngiltere’de hükümet tarafından görevlendirilerek 1941 yılında çalışmalarına başlayıp, çalışma sonuçlarını 20.11.1942 yılında açıklayan Sir William Beveridge başkanlığındaki komisyonun hazırladığı ve “Beveridge Raporu” olarak anılan belge sosyal güvenlik hakkının içeriğinin belirlenmesi açısından dikkat çekicidir. Rapora göre, soyut bir özgürlük anlayışı insan hayatı için bir garanti değildir. Çünkü insan, beş canavarla karşı karşıyadır; yoksulluk, hastalık, bilgisizlik, pislik (sefalet) ve işsizlik. İnsanı bu savaşında destekleyecek olan iktidar bunu ne bahşiş, nede sadaka olarak yapacaktı. Vatandaş bunu bir hak olarak isteyebilecektir. Bu hakkın adı da sosyal güvenliktir demektedir. Jean Charles Léonard de Sismondi ise devletin sosyal politikalar geliştirmesini savunurken John Maynard Keynes tam istihdam ve işsizlik sorununa dikkat çekmiştir. Kapitalist sistemin yıkıcı etkisine karşılık gelişen “sosyal refah” kavramını tanımlayan Walter A.Friedlander:

“Kişi ve grupların verim kabiliyetlerini geliştirebilmeleri, aileleri için doyurucu bir hayat ve sağlık standardına ulaşmaları, aynı zamanda kişisel ve sosyal ilişkilerini dengeli olarak devam ettirmelerini sağlamak amacıyla sosyal hizmetler ile sosyal kurumların organize edilmiş bir sistemidir” demekteydi.

Neil Smith kitabı “American Empire”de ABD’nin küresel güç kalma çabasını 3’e ayırır. İlk aşamada Birinci Dünya Savaşı sonrası işçi sınıfının mücadelesinin yükseldiği dönemdir. İkinci aşama BM’nin önderliğine geçen ABD bloklaştırma (antagonizma) politikası izleyerek günümüzdeki küresel egemenlik kurmak  (hegemonluk) hedefini gerçekleştirmek istemişti. Ancak son aşamada da bu defa 11 Eylül ve Irak politikası başarısızlığa uğramıştır.   

19. yüzyılda Avrupa’nın sanayileşmesinde başı çeken İngiltere’nin ünlü tarihçisi Arnold Toynbee 1939’da yazdığı “Bir Tarih İncelemesi” adlı yapıtında modernizmin birinci dünya savaşıyla sonaerdiğini ve ikinci dünya savaşından önce post modernist dönemin başladığını belirtmişti. Postmodernizm terimi ilk kez bu dönemde yani 2 dünya savaşı arasında ifade edilmiştir. 1972’de Missouri’deki işçilere ait toplu konutların yıktırılması postmodernizmin fiili başlangıcı olarak kabul edilir. Marks’ın Engels’le birlikte kaleme aldıkları “Alman İdeolojisi”nde de kentlerin sosyal sınıfların çatışma alanı olduğu ifade ediliyordu. Endüstrileşme ve kentleşmenin en büyük ivmelerini kazandığı modern çağla ilgili dönemleri ele alarak inceleyen Marksist tarihçi Eric J. Hobsbawm  ise büyük kentlerin Engels'e göre kapitalizmin en tipik yerleşim yerleri olarak kabul edildiğini ve sınırsız sömürü ve rekabeti en çıplak biçimiyle ortaya çıkardığını hatırlatır:

“Çoğu zaman, sanayi-öncesi bir geçmişten gelen göçmenlerin oluşturduğu yeni proletaryayı kapitalizm bir toplumsal cehenneme küreler; o cehenneme takılıp kalırlar, düşük ücret alırlar ya da açlık çekerler, gecekondularda çürümeye bırakılırlar, ihmal edilirler, hor görülürler; yalnızca, rekabetin kişisel-olmayan gücünün değil, ama bir sınıf olarak burjuvazinin de zorbalığıyla yüzyüze gelirler; burjuvazi onları insan olarak değil nesne olarak görür; insani varlık olarak değil ‘emek’ ya da ‘el’ olarak görür (İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu).

Engels’e göre “Düzeni çok iyi bir toplumda bu gelişmeler yalnızca mutluluk kaynağı olurdu; herkesin herkesle savaşında ise, bireyler yararı kendi ellerinde topluyorlar ve çoğunluğu, geçim araçlarından yoksunlaştırıyorlar. Makinelerdeki her iyileştirme, işçileri işsiz bırakıyor ve ilerleme arttıkça, işsiz sayısı daha çoğalıyor; bu çerçevede, her büyük ilerleme, bir miktar işçi üzerinde ticari bunalım etkisi yapıyor; yoksunluk, sefillik ve suç üretiyor”du.

Dünya’daki kapitalist sistemden kaynaklanan değişim ve gelişmelerden A.Smith’in de sözünü ettiği gibi en fazla işçi sınıfının etkilediğinden kuşku var mı? Fukuyama’nın son kitabı “State Building (Devlet İnşası)”de belirttiği gibi zayıf devletlerin yarattığı sorunlara bağlanan bakışla ABD'nin Irak’ta İsrail’in Filistin’de uyguladığı işgal politikasıyla yaratılan uluslar arası meşruiyetle 2.Dünya Savaşı’ndan sonra başta ABD ve İngiltere gibi sanayileşmiş ülkelerin metropollerinde ortaya çıkan kentsel soylulaştırmayla büyük sermayeye açılan sanayileşmenin ve emperyalizmin kentlerde yarattığı yoksulluk ve yozlaşma sonucunda emekçilerin yaşadıkları alanların yağmalanması arasında herhangi bir fark tabiî ki yoktur.

John Steinbeck 1939’da yazdığı “Gazap Üzümleri” adlı romanda ABD’deki hızlı ve vahşi bir sanayileşme süreci sonucunda ortaya çıkan 1929 krizinin etkilerini gerçekçi ve eleştirel bir dille anlatmıştı. 19.Yy boyunca müthiş bir büyüme sergileyen ABD’de yaşanan ekonomik ve sosyal çöküntü; bir yanda sermaye birikimi, toplumsal gelişme, eğlence, lüks ve gelişmiş banka güvencesi isteyenler bir yanda işsiz kaldıkları için topraklarından göç eden tarım işçileri. Emekçilerin İstedikleri tek şey yiyecek ve topraktır. Borsada varını yoğunu yüksek kazanç umarak kaybedenler, bankaların ve tefecilerin eline düşen küçük üreticiler,  yoğun göç sonucunda yollara düşen, işsiz tarım emekçilerinin büyük toprak sahipleri tarafından sömürülmesi, açlık ve sefaleti. Değişim karşısında verilen umutsuz hayat mücadelesi karşısında, düzeni bozuk ve dayanışmadan yoksun toplumda kazanılmış tek şey ise yozlaşma ve yoksulluktur. Steinbeck, “hükümet bu insanlara yiyecek ve ilaç yardımı yapmaya çalışıyor. Ama bu yardımları, çıkarcı faşist gruplarla çıkarcı bankalar ve yardımı sabote etmeye çalışan, dengeli bir bütçe için kıyamet koparan büyük üreticiler aracılığıyla yapıyor” diyordu ('Gazap Üzümleri'nin öyküsü, Sennur Sezer, Radikal, 06 Mayıs 2005)

Neoliberalizmin savunucuları neoliberal “reformların” ya da “yapısal düzenlemelerin” eşi görülmemiş ekonomik büyüme, teknolojik ilerleme, yaşam standartlarının yükselmesi ve parasal refahı beraberinde getireceklerine dair söz vermişlerdi. Gerçekte ise dünya ekonomisi neoliberal dönemde durgunluk sarmalına hapsolmuştur. BM Gelişme Raporu’na göre, dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’i, en yoksul kesim olan yüzde 57’yle aynı gelire sahiptir. En zengin yüzde 20 ile en yoksul yüzde 20 arasındaki gelir uçurumu 1960’da 30’da 1’iken bu oran 1990’da 60’da 1’e ve 1999’da 74’de 1’e çıkmıştır. Bu oranın 2015’de 100’de 1’e yükselmesi beklenmektedir.

İnsanlığın içinde bulunduğu bu tablo her açıdan hiç de iç açıcı değil. Bir tarafta kolektif emperyalizmin dayattığı içte ve dışarıda şiddete dayalı bir sömürü, irredantizm ve yağma politikaları diğer yanda dünyanın çoğunluğunun yaşadığı açlık, adaletsizlik ve sefalet. Emekçilerin vatanı ve zincirlerinden başka kaybedecekleri şey yoktur, kazanacakları ise koskoca bir dünya var. Çelişkilerin iç içe geçtiği ve keskinleştiği 21.yy’da, eşitsizliklerin ortadan kalkması için gösterilecek çaba kesinlikle antikapitalist ve antiemperyalist içerikli bir mücadeleyi gerektiriyor…  


Yazıyı Tavsiye Et

Yorumlar


Bu yazıya henüz yorum yapılmadı.

Yorumları okumak yada yorum yazmak için sisteme giriniz.